Dergi: Mecmûa-i Ulûm
Tarih: 15 Zilhicce 1296
Tâlib-i hakka malûm ola ki ilm-i beşer müteallıkı mevcûd gerek, maʿdûm meçhûl-i mutlaktır. Ol cânibe zihin teveccüh eylemez. Mevcûd dahi maddeden müstağnî olursa ol makûle umûra müteallik mebâhise ilm-i ilâhî derler. Fürûʿu çoktur, bâhisi ya hakîm ya mütekellimdir. Ve mevcûd zihinde maddeden müstağnî hâriçte maddeye muhtâç olursa ona müteallik mebâhise ilm-i riyâzî derler. Usûl dört kısımdır. Aded, heyet, hendese ve mûsîkî fenleri ve her birinin nice ferʿi vardır. Ve mevcûd hem hâriçte ve hem zihinde mutlak maddeye muhtâç olsa ol makûle umûr mebâhisine ilm-i tabîʿî derler. Bu ilmin dahi ferʿi çoktur ve bu cümle hikmet-i nazariyye aksâmıdır. Bir kısmı dahi amele müteallik olmakla ona hikmet-i ameliyye ve ilm-i ahlâk derler.
Pes, cümle ulûm-ı akliyye ve ulûm-ı nazariyye ve ameliyye bu aksâmdan hâriç değildir ve bunlarda fikr ve nazar tarîkiyle bahsolunup fikirde hatâdan ismet maslahatı için kânûn-ı istidlâl ve nazarı tedvîn edip nâmına ilm-i mîzân ve ilm-i mantık dediler. Mîzân ve miʿyâr ulûmdur. Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî kavlince bir âlim ki ilmen bu vezin ve miʿyâr ile ayar eylemeye onun ilmine itidâd ve itibâr yoktur. Ol ecilden ekser-i muhakkikîn vücûbuna zâhib oldular.[1] Ve ilm-i mantık, maksûd bi’z-zât değil makâsıdı tahsîle vesîle ve âlettir.
Mebde-i fetretten beri tavâif ve ümem beyninde karâr-dâde ulûm-ı zarûriyye ve hakîkiyye ve burhâniyye bu zikrolunan hakâyık-ı eşyâ ilimleridir. Kütüb-i münzele ve ulûm-ı şerʿiyye mebâhisi ulûm-ı mezkûre mebâhisi ve mesâili ile ekser mevâdda ictimâ ve ittifâk edip mevâdd-ı müteaddidede iftirâk vâki olmuştur.[2] Ehil olan ol maddeleri bilir.[3]
Ammâ ulûm-ı şerʿiyye ki bu asırda murâd ulûm-ı İslâmiyyedir. Hâlî değil, ya maksûd bi’z-zât ola yani tahsîle vesîle ola. Vesîleye ulûm-ı âliyye ve ulûm-ı edebiyye ve ulûm-ı Arabiyye derler. Zîrâ maksûd bi’z-zât değildir. Ve edeb-i ders bi’z-zât ve edeb-i nefs bi’l-vâsıta ona mevkûftur ve elfâz-ı Arabiyyeden bahseder. Bunun aksâmı mevzûât kitaplarında yazıldığı üzere on iki olmak meşhûrdur. Maksûd bi’z-zât dahi mevzûâtı ile birbirinden temyîz olunur. Mevzûu kelâmullâh ise ilm-i tefsîr ve ilm-i kırâattir. Fürûʿu ile kelâm-ı Rasûlullâh ise ilm-i hadîstir. Fürûʿu ile ikisinden ve onlara râciʿ umûrdan müstenbat olup sırf itikâda müteallik ise ilm-i kelâmdır. Nihâyet müteahhirîn mebâhis-i hikemiyyeyi bu ilme halt eylediler. Allâme Sadeddin Şerh-i Makâsıd’da çok mazîkten onunla ferec buldukları için demiştir. Ve eğer sırf itikâd olmayıp amele müteallik ise usûl ve fürûʿ ve sâir ona müteferriʿ tergîb ve terhîb ilimleridir. Sâbıkan mezkûr olduğu üzere ulûm-ı akliyye ve ulûm-ı hikemiyye bu ilimlere tedâhül eylemiştir. Ol ilimlerden bî-behre olan bu ilimlere dahi tamâm mertebe vâkıf olamaz.
Bundan sonra halk arasında şâyi olan inkâr aslına gelelim. Sadr-ı İslâm’da sahâbe-i kirâm, Hazreti Peygamber sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem’den ahz ve rivâyet ettikleri kitap ve sünnete teşebbüs edip kavâid-i İslâmiyye rüsûh ve istihkâm bulmadan gayrı ilimlere şuğlü tecvîz etmediler, belki menʿ bâbında azîm şiddetler gösterdiler. –Bu menʿin bir sebebi dahî İslâm arz-ı Hicâz’da zuhûr etti. Cezîretü’l-Arab sükkânının cemîʿ-i zamânda ilmi işʿâr-ı emsâl ve eyyâm-ı Arap idi.[4] Usûl-i ulûm bevâdîde müstamel olmadığını İbn Haldun Mukaddime’de tafsîl üzere beyân eylemiştir. Murâd eden mütâlaa eyleye– Hatta Hazreti Ömer radıyallâhü anh Mısır ve İskenderiye fethinde nice bin cilt bulunan kitapları yaktırdı.[5] Zîrâ öyle olmasa halk kitâbullâh ve sünnet-i Resûlullâh hıfzından kalıp onlarla meşgûl olurlardı ve kavâid-i İslâmiyye bu mertebe rüsûh ve istihkâm bulmazdı. Sadr-ı evvelde onlar ol maslahatı gördüler. Sadr-ı sânî ve sâlisde tâbiîn ve müctehidîn, râvîler rivâyetini tedvîn edip usûl ve fürûʿ kâidesi üzere edille-i şerʿiyyeden ahkâm-ı ilâhiyyeyi istinbât edip yazıp çizdiler.
Ulûm-ı İslâmiyye tedvîn olunup bir tarîk ile halel gelmeden masûn ve mazbût kılındıktan sonra ehl-i İslâm ekâbirleri[6] gördüler ki selefin menʿi bu maslahat için idi. Mahzûr bertaraf kılınıp maslahat yetti. Ehl-i İslâm hakâyık-ı eşyâ ilmini bilmek mühimdir diye Benî Ümeyye ve Âl-i Abbâs asırlarında ulûm-ı evâil kitaplarını tercüme ve taʿrîb ettiler. Fıtrat-ı selîme ve ukûl-i müstakîme ashâbı her asırda onları okuyup tahsîlden hâlî oldular. Semt-i tahrîr ve tahkîkte hikmet ile şerîat beynini cemʿ edip muhakkiklerin eseri her asırda meşhûr ve muteber olup revâç buldu.
Ulemâ-ı İslâm’dan muhakkikîn İmâm Gazâlî ve İmâm Fahrurrâzî ve Allâme Adudüddîn ve etbâʿı ve Kâdı Beyzâvî ve Allâme-i Şîrâzî ve Kutb Râzî ve Allâme Sadeddîn Taftazânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî ve onların etbâʿından Allâme Celal Devvanî ve şâkirdleri makâm-ı tahkîke ve tetkîke vâsıl olup yalnız bir fende kalmadılar. Lakin nice hâli’z-zihn kimseler sadr-ı evvelde berâ-yı maslahat vâki olan menʿ rivâyetlerini görüp hacer-i câmid gibi taklîd-i mahzla donup kaldı. Aslını tedebbür ve mülâhaza etmeden red ve inkâr eyledi. Felsefe ilimleri diye zemme mübtelâ olup yeri göğü bilmez câhil iken âlim geçindi. “اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فٖي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ” tehdîdi kulluğuna görmeyip zemîn ve eflâkta nazar bakar gibi göz ile bakmak sandı.[7]
Devlet-i aliyye-i Osmâniyye evâilinden Sultan Süleyman Han zamânına gelince hikmet ile şerîat ilimlerini cemʿ eyleyen muhakkikler iştihârda idi. Ebu’l-feth Sultan Mehmet Han medâris-i semâniyye binâ edip kânûn üzere şuğul oluna diye vakfiyesinde kayd ve Hâşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf derslerini tayîn eylemişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyyâttır diye kaldırıp Hidâye [ve] Ekmel dersleri okunmayı makul gördü. Yalnız ona iktisâr nâ-maʿkûl olmakla ne felsefiyyât kaldı ne Hidâye Ekmel kaldı.
Bununla Rum’da sûk-ı ilme kesâd gelip ehli inkırâza karîb olmakla bazı kenarda ekrâd diyarında yer yer kânûn üzere şuğul eden tâliblerin mübtedîleri Rum’a gelip azîm tafra satar oldu. Onları görüp asrımızda bazı kavâbil hikmet tâlibi olup fakîr dahî esnâ-i müzâkere ve müdâresede istidâd ashâbı tâlibleri Sokrat Eflatun’u tergîb ettiği gibi hakâyık-ı eşyâ ilmi tahsîline tergîb edip bu risâlede dahi vasiyet ve cümlesine nasîhat için birkaç mevâd zikr ve îrâd eyledim. Ta ki mutlak ilim nâmına olanı mehmâ emken tahsîle saʿy edeler. Elbette bir mahalde lâzım olur. İlmin zararı olmaz, zemm ve inkâr eylemeyeler. Zîrâ bir şeyi inkâr ol nesneden buʿd ve hırmâna sebeptir.[8]
Madde-i ûlâ müfti-i mühendis ile gayr-i mühendis fetvâsıdır. Bir kimse tûlî, arzî, umkî dört zirâ bir biʾr hafr etmeye, âharı sekiz akçeye istîcâr eyleyip ol dahî tûl ve arz ve umku iki zirâ bir biʾr hafr eyledi ve dört akçe istedi. Fetva ettirdiler, hendese bilmez müftî “dört akçe hakkıdır” dedi, müfti-i mühendis “hakkı bir akçedir” diye fetvâ verdi. Hakk-ı rüçhân budur.[9]
Madde-i sâniye, kâdı-yı mühendis ile gayr-i mühendis hükmüdür. Bir kimse tûlî arzî yüz zirâʿ olmak üzere bir tarlayı âhara beyʿ eyleyip teslîm mahallinde tûlî arzî ellişer zirâ iki tarla verdi. Aralarında nizâ vâki olup bir kâdîya vardılar ki hendese bilmezdi, “hak budur” diye hükmeyledi. Sonra kâdı-yı mühendis bulup dinlettiler, “nısf hakkıdır” dedi. Hak dahî budur, bunların aslını bilmeyi murâd eden riyâziyyât görmeye heves eyleye.
Madde-i sâlise Allâme Beyzâvî “وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ” âyeti tefsîrinde kamerin yirmi sekiz menzilini beyân ettikten sonra “ينزل القمر كل ليلة في واحد منها لا يتخطاه ولا يتقاصر عنه” demiştir. Eğer kamerin her menzile nüzûlü bir vakitte olaydı kelâm-ı mezbûr sahîh olurdu lakin öyle değildir. Kâh evâsıt-ı leylde bir menzilden bir menzile intikâl eder kâh bir gecede iki menzilde hareket eder. Ve her menzil için takrîben on üç derece hadd-i muayyen vardır. Kamerin seyri kâh on bir derece kâh on beş derece olur. Bu husûsun aslına vukûf murâd eden nücûm ve felekiyyât fenlerine göre ve bir madde dahî sedd-i İskender “بَيْنَ السَّدَّيْنِ” âyetinde cebel-i Ermeniyye ve Azerbaycan demekle Tebriz semtine olmak üzere yazılmıştır. Bu dahî vâkıaya mutâbık değildir. Tahkîk üzere bilmek isteyen coğrafya fennini tetebbu eyleye.[10]
Madde-i râbia budur ki riyâziyyât derslerine şuğul esnâsında üç mesele hâtıra hutûr edip mesâil-i fıkhiyyeye ircâʿ ile Şeyhülislâm Bahâî Efendi’den istiftâ etmiştim. Cevâp sâdır olmakla şerhini mutazammın bir risâle yazdıktan sonra üç suâlin birine meğer cevâp yazmışlar. Kendi hattı ile fetvâ emîni Şeyhzâde Efendi de zuhûr edip habt-ı fâhiş olmakla risâle âhirine bi aynihi nakl ve ıslâh-ı cevâp diye tezyîl olunmuştu. Murâd eden risâleyi göre. Meseleler budur ki biri “Tulûʿu’ş-şems mine’l-mağrib heyet-i kâidesine tatbîk olur mu?”, biri dahî “Altı ay gündüz altı ay gece olduğu yerde beş vakit namâz nice kılınır, oruç nice tutulur?”, biri dahî “Mekke’den gayrı yerde cihât-ı erbaʿ kıble olur mu?”.[11]
İmdi erbâb-ı istidâd maʿkûlât ve riyâziyyâtı bilmeye muhkem saʿy etmek gerek, ta ki tarîk-i nazarda zan ve şek sâhibi vehhâm ve eşekk olmaya.[12]
Tenbîh! Bundan sonra malûmdur ki vâki olup yerleştikten sonra külliyâtla ol nizâ ve hilâf refʿ olunmak mümkün ve müyesser değildir. Eğer bir sâhib-i seyf bir tarafı kahr ve galebe ile iskât ederse dahî olmaz savrulur gider.
İmdi bu risâleyi tahrîrden maksûd erbâb-ı istidâda âzmâyiş ve semt-i istidlâl ve cedelden bir nümâyiştir, ve illâ “العوام كالهوام” onların bahs ve cedeline ne itibâr.
Bu dahî malûm ola ki devr-i Âdem’den beri halk fırka fırkadır. Her bir fırkanın bir türlü mezhebi ve bir türlü meşrebi vardır ki ferîk-i âhara ol muhâlif görünür. “كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ” muktezâsınca cümlesi kendi mesleğini beğenip meslek-i âhardan tercîh eder. Nihâyet kimi âkildir, bu ihtilâfın hikmetini teemmül ve mülâhaza edip tahtında nice mesâlih bulur ve kimsenin mesleğine ve meşrebine dahl ve taarruz eylemez. Eğer kendi diyâneti muktezâsınca emr-i münker ise kalbinden inkâr ile iktifâ eder. Kimi dahî ahmaktır, ihtilâf hikmetini bilmez. Cümle halkı bir mezhepte ve bir meşrepte olsun diye muhâl tasavvur eder. Emr-i dînde bi-lâ mûcip nizâ ve cidâl memnûʿ iken dahl ve taarruz kaydına düşüp karâr-dâde umûru refʿe çalışır. Mümkün olmaz, beyhûde zahmet çeker.
İmdi gerektir ki ehl-i basîret, muktezâ-yı hikmet-i temeddün ve içtimâ -ki levâzım-ı beşeriyyedendir- malûm edinip esnâf-ı halk taksîmine ve her bir kısmın hâl ve şânına vâkıf olalar. Bir şehir halkı esnâfına ve her sınıfın örf ve resmine vukûftan sonra bütün rubʿ-ı meskûn sükkânının dahî esnâf ve ahvâline ilm-i icmâlî tahsîline saʿy edeler. Baʿde’l-husûl ser hikmet-i temeddün tedrîc ile münkeşif olup giderek bilinir ki bu makûle nizâ ve cidâl erbâbı beyt-i ankebûta düşen zübâb gibi zayıf ve bîtaptır.
Bahs-i evvel hayât-ı Hızır aleyhisselâmdadır. Evvelâ hayât mevt neye derler? Gerçi vâzıh ve malûmdur lakin bu makâmda ilzâm için zikredelim. Pes hayât, zîrûhun teneffüs ve his ve hareketle ittisâfıdır. Zîrûh hayâtla muttasıf olduğu için hayvan dahî derler. Bu sıfatla kâim olan zevât-ı mâddiyye olmakla asl-ı madde anâsır-ı erbaʿa ve erkândan telîf ve terkîp olunup her birinin keyfiyyât-ı erbaʿası kesr ve inkisâr, fiil ve infiâl ile imtizâç bulup mizâç hâsıl olduktan sonra hayâta istidâd gelicek feyyâzda buhl yok, mebde-i feyyâz rûh-bahş olur ve beden onunla hayât bulup his ve harekete âgâz eder. Ve cins-i hayvân envâının mizâçları muhteliftir. Aʿdel-i emzice-i hayvânât mizâc-ı insân olsa gerek ki ırz mizâç vasatındadır. Ve her nevʿin mizâcına göre esnân ve aʿmârı olur. Ona ömr-i tabîî derler. İmtizâc-ı ezdâd ve terkîp dâima nesk-i vâhid üzere kalmak mümkün olmayıp eşyâ-ı muhtelifetü’t-tabâyiʿin mizâçta eser-i ihtilâfı zuhûr elbette lâzım olmakla eser-i ihtilâfı üç mertebede bulmuşlar. Mertebe-i ûlâya zamân-ı nümuv, sâniyeye zamân-ı vukûf, mertebe-i sâliseye sinn-i inhitât demişler. Mizaçtan hâsıl olan beden kuvvetleri bu mertebelerde ihtilâf ve tefâvüt üzeredir.
Pes asl-ı mizâçta umde olan keyfiyet-i fâile ve keyfiyet-i münfaʿile –ki harâret-i garîziyye ve rutûbet-i garîziyye ondan ibârettir– bu mertebelerde kuvvetten zaafa gidip müessir-i hâriçten katʿ-ı nazar harâret-i garîziyye, rutûbet-i garîziyyeyi dâimâ ifnâ etmededir. Rutûbet-i garîziyye ise madde-i hayât ve rûh-ı hayvânî ondan ibârettir. Gıda ile bedel-i mâ yetahallelden hâsıl olan harâret ve rutûbet-i gâribe gerçi ona imdâd eder. Lakin sinn-i inhitât nihâyetinde rutûbet-i garîziyye az kalıp imdâd-ı hâricî telakkîsine ve kabûlüne istidâd mertebesinden düşer, dahî âhir olup his ve hareket ve teneffüs gider ve hayvân ol hâlde mevt sıfatı ile muttasıf olur, hayât sıfatı gider.
Pes mevt hayvânın muktezâ-yı tabîatı olup umûr-ı zarûriyyeden idiği müberhendir. Cins ve nevʿin hükmü efrâda ʿâmm ve şâmil olup birinde tahallüf eylemez, meğer ki verâ-ı tavr-ı tabîatte hârik-ı âde bir emir iddiâ oluna. Hazret-i İsâ aleyhisselam gibi ol davâyı ispât nass-ı kâtıʿa muhtâçtır. Haber-i vâhid ve zanniyyât ile umûr-ı yakîniyyenin hilâfı sâbit olmamak tarîk-i cedelden müsellemdir.
Bundan sonra hayât-ı Hızır’dan murâd eğer beşeriyetten insilâh ve rûhâniyyâta iltihâk ise Hazret-i İsâ aleyhisselam gibi onların şânında vârid olan edille emsâli ile bu davâ dahî sâbit olur. Lakin Hazret-i İsâ bu neşʾede nüzûl edince ne hâlde ise Hızır dahî ol hâl üzere olur. Onlar ebnâ-ı cinsi ile cismânî sohbet ve mülâkât etmediği gibi Hızır dahî etmemek lâzım gelir. Sohbeti ve mülâkâtı başka bir davâ-yı uhrâ dahî olur ki evvelki davâyı nakzeder. Ya bu adamlar yalan mı söyler, bu rivâyetlerin aslı nedir denilirse meşâyih-i kirâmın âlem-i gaybette nice seyr ve sülûku ve rûhâniyât ile muâmelesi vardır ki onlar mertebesinde olmayana müyesser değildir. Nitekim Üsküdarî Mahmûd Efendi rahimehullâh Câmiʿu’l-Fezâil’de tahrîr eder:
وبعض أهل السلوك إذا تصفى يرى الموتى عيانا وعن بعض الفقراء أنه قال كنت في بداية سلوكي ببروسه وكان بمحلتنا رجل يؤذن بجامع مولانا الفناري فمات المؤذن يوما ومضى عليه أيام كثيرة فذهبت إلى شيخي بعد صلوة الصبح فلقيت المؤذن المذكور في الطريق ومعه شخص آخر لا أعرفه وكان الثلج ينزل علينا فسلمته ومضيت ثم ذكرت القصة للشيخ فقال هذا بسبب رياضتك أياما وكان غذائي في تلك الأيام خبز ايابابسا ثم قال الشيخ قد لقيت أنا بعض الموتى فى سكة فوق سوق السمك ببروسه انتهى
Pes meşâyih evâil-i sülûklarında riyâzât-ı şâkka ile tedennüs-i nefs-i hodkâmî bir mertebe râm ederler ki âlem-i eşbâhta ervâhla seyrederler. Nitekim Azîz-i mûmâileyh risâlesinde zikreder. Azîzlerinin ahbâbından bir kimse fevt olup baʿde zamân zâviye kapısında şahs-ı mezbûra rast gelip selâm verirler. Halvethâne-i azîze dâhil olup fülân dede merhûmu gördüm, huzurunuzdan çıkıp taşra gitti diye istikşâf ettikte oğul riyâzet ile rûha takviyet etmişsin onun asârıdır. Fakîr dahî riyâzetim zamânında ahyânen çarşıya dâhil oldukça emvâtı ahyâdan ziyâde müşâhede ederdim buyururlar.
İmdi hakîkat-i hâl budur. Sonra nâkiller ya cehl ya tezvîr sebebi ile umûr-ı rûhâniyyeyi emr-i hâricî ve emr-i hakîkî sûretinde ibrâz eder. Halk aslını bilmez, gerçek sanar. Zikrolunan rivâyet ve hikâyetlerin menşe-i galatı oldur ve bazı kâzib müddeîler onların rûhânî mülâkât ve muâmelelerini hâriçte davâ edip onunla nice garaz-ı fâside nâil oldular.
İbn Hacer Askalanî İsâbe’de Hızır’ı ashâptan yazdığı hayât-ı cismânîsine delâlet etmez mi denilirse, İbn Hacer Mısır’da kâdî ve muhaddis ashâb-ı câhtan büyük kimse idi. Fıkh-ı şâfiʿîde telîfi ve dîvân şiiri vardır. 852’de vefat etmiştir. Ekser mahâreti ilm-i hadîs rivâyetinde olup elli cilt kadar ol bâbda azîm kitaplar telîf etmiştir. Muhaddisin şânı, âsâr ve ahbârda bulduğu merviyyâtı yazmaktır. Hâfız-ı mezbûr fennin hükmünü icrâ ve rivâyet hakkını kazâ eylemiştir.
Lakin dirâyet maʿkûlâtla olur, başka bir hâldir. Merviyâtla olmaz. İbn Hacer’in yazdığı zanniyât ile yakîniyâttan olan husûsa muâraza cehildir. Hasmı ilzâm eylemez ve bu bâbda İbn Cevzî ʿİcâletü’l-Muntazar nâm bir müstakil kitap yazıp İbn Haydar dahî risâle tahrîr eylemiştir. Biz onlardan nakl-i kelâm cânibine mukayyed olmadık. Âkile işâret kifâyet eder.
Hazırlayan: Seyfullah Gümrük
Editör: Furkan Yalçınkaya
Link: http://isamveri.org/pdfosm/D00823/1296_1_2/1296_1_2_81-87.SAYFA.pdf
[1] Bazı humakâ hürmetin iddiâ eylediği cehl ve hamâkatinden nâşîdir.
[2] Ol ecilden millet-i Nasrâniyye dahî felsefiyyâtı reddettiler lakin ehl-i İslâm tehâfüt ile cevâp yazıp mutlak reddetmediler.
[3] Ol maddeleri kabûl câiz değildir.
[4] Tecâveza’l-lâhu teâlâ ammâ hatare bi-bâli’l-musannif.
[5] Şu ihrâk-ı kütüb meselesi yahut yalanı kesret-i şüyûʿuna binâen bir vakitler birçok zevât tarafından sıhhate haml edilmiş ise de kizb-i sarîh idiği tahakkuk etmiştir.
[6] Her bir tâifenin ekberleri veya diğer bir tevîl murâd edilmiştir.
[7] لله درّه حيث أظهر الحق
[8] Eslâfın bu misilli nesâyih-i hakîmâne ve vesâyâ-yı mürşidâneyi adem-i semʿ ve itibâr ve hakâyık-ı eşyâ ilimlerini inkâr ve hatta bazı âlim ve muallim ve müteallimlerini ikfârda ısrâr etmeleri ahlâfın hakîkat hırmânına sebep olmuştur. Mülâhaza buyurulsun ki Avrupalılar üzerine sevk olunacak askerin mühimmâtını Avrupa fabrikalarından intizâr ve mecrûhlarımız için Avrupa etibbâsından istinsâr etmekliğin fevkinde hırmân olur mu?
[9] Şâyân-ı ibrettir ki -asrımızda bedîhiyyât hükmünü alan- bu gibi meselelerden câhil ve gâfiller vaktiyle fetvâ ve kazâ mesnetlerini meşgûl ederlermiş.
[10] Tebriz’de sedd-i İskender?!
[11] Kara Çelebizâde’nin âciz kalacağı suâlleri Bahâî Efendi gibi bir müfti-i zarîften istiftâ -techîl ve tahcîl maksadıyla değilse- abestir.
[12] Eşekk ism-i tafdîldir, Türkîde himâra derler.