Dergi: Medrese İtikatları
Tarih: 6 Eylül 1329
Tahsilde bulunanlar için mütemâdiyen çalışmak kâbil olamayacağından öteden beri münasip vakitlerde tatile mecburiyet hissedilmiştir. Aylarca tahsilde bulunan talebe-i ulûm bu tatil esnasında biraz rahat eder, âzâ-ı bedeniyesini, kuvâ-yı zihniyesini dinlendirir. İhtiyaâcât-ı beşeriyesine ait husûsâtı rü’yette bulunur, akraba ve ehibbâsıyla mülâkat ederek vezâif-i içtimâiyesini ifaya muvaffak olur, ba’dehû bir şevk-i cedîd ile tahsiline takibe başlayarak mâlûmatını tezyide çalışır.
İşte İstanbul’da dahi şuhûr-ı selâse münasebetiyle başlamış olan tatile bu günlerde hâtime veriliyor, talebe hayatında yeniden bir faaliyet uyanmaya başlıyor.
Ey talebe-i ulûm! Ey nûr-ı bâsıra-i ümmet olan zümre-i muhlîsin! Bütün âlem-i İslâmiyet size bakıyor, bütün Müslümanlar sizden müstefid ve müstenir olmak istiyor, siz kazanacağınız ilim ve fazilet ile hüsn-i ahlâk ve mekârim ile bütün millet-i İslâmiye için bir numûne-i imtisal olmaya çalışmalısınız. Çalışınız! Lâyenkati bir metanetle tahsîl-i kemâle çalışınız! Bilmelisiniz ki dîn-i mübîni muhafaza etmek, İslâmiyet’i din düşmanlarına karşı müdafaa eylemek sizin uhdenize müterettip bir vazife-i mukaddesedir.
Ey talebe-i zevi’l-ihtiram! Bilmelisiniz ki ilim öyle bir latife-i kudsiyedir ki erbabının kadri “İnnemâ yehşallâhe…” (إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ…) âyet-i kerimesiyle, “el-Ulemâu ümenâu’r-rusul” (العلماء أمناء الرسل) [Âlimler, peygamberlerin eminleridir] gibi birçok ehâdîs-i şerîfe ile i’lâ buyurulmuştur.
Evet ilim bir latife-i kudsiye, bir mevhibe-i ilâhiye, bir atıyye-i lâhûtiyedir. Bugün âlem-i medeniyeti tezyin eden, enzâr-ı mütefekkirîni nurlar içinde bırakan bedâyi-i gûnâgûn terakki bütün ulûm ve maârifin semerât-ı cemilesinden başka bir şey değildir.
İlmin uluvv-i kadrini ber-vech-i bihterîn
İsbât eder şehâdet-i “Hel yestevi’llezîn”
Efrâd-ı beşeriyenin mahlûkât-ı saireden efdal ve eşref bulunması kuvvet ve satveti sayesinde midir? Elbette değildir. Zira birçok zîhayat mahlûkat görüyoruz ki insanlardan daha metin, daha kaviyyü’l-bünye olarak yaratılmıştır. Bu hâlde insanların kadrini i’lâ eden, insanları mübâreze-i hayâtiyede mahlûkât-ı saireye galib eyleyen şey nedir? Şüphe yok ki mütehallî bulundukları ilim ve marifetten başka bir şey değildir.
İnsanlar bu latife-i rabbâniye, bu nûrâniyet-i ebediye sayesindedir ki hakâyık-ı eşyaya muttali olur, insaniyete lâyık güzel güzel huylar ile tezyin-i zat eder, vezâif-i dîniye ve medeniyesini hüsn-i icraya muvaffak olur:
معرفت جانست انسان جسم وى
آدم بى معرفت لاشى نه شى
Cemiyet-i beşeriyenin maruz bulunduğu ihtiyâcât-ı mütenevvianın istifası ancak ilim ve kemâlât ile mümkün olabilir. İhtiyâcât-ı maddiyesini istifa edemeyen bir cemiyet, hayât-ı maddiyeden mahrum kalacağı gibi ihtiyâcât-ı rûhiyesini tatmin edemeyen bir millet dahi hayât-ı mâneviyeden behre-yâb olamaz.
Zaman zamân-ı terakkî cihân cihân-ı ulûm
Olur mu cehl ile kâbil bekâ-yı cem’iyyât
Havâ-yı nesîmenin temevvücât-ı latifesinden mahrum olan yerlerde idame-i hayat mümkün olamayacağı gibi nefehât-ı ilim ve marifetten bî-nasip olan akvâm arasında da bedâyi-i ulviye-i medeniyeden eser görülemez. Hayât-ı uzviyeyi temin eden leziz leziz miyâh-ı câriyeden müstefid olamayan arazide çimenler, varaklar, çiçekler latif latif renkler ile tezyin ve tenvir edemeyeceği gibi füyûz-ı ilim ve marifetten sîrâb olamayan milletler içinde de âsâr-ı münevvere-i fazilet-i pîrâye-bahş zuhur olamaz.
İşte bunun içindir ki bir şâir-i nezîhü’l-beyan;
العِلْم يُحْيي قُلوبَ الميِّتِين كما
تَحْيا البلادُ إذا ما مَسَّها المَطَرُ
والعِلم يَجْلي العَمَى عن قَلْب صاحِبه
كما يُجَلِّي سواد الظُّلْمة القمَر
diyerek ilmin meziyet-i âliyesini takdirde bulunmuştur.
Muhît-i İslâmiyet’te ilmin bir farîza-yı dîniye, bir vazîfe-yi mühimme-i inâaniye olduğu, “Talebu’l-ilm farîzatün” (طلب العلم فريضة) [İlim talep etmek farizadır] hadîs-i şerîfiyle sabittir.
İslâmlar saâdet-i dâreyni temin için behemehal ilim ve marifete muhtaç bulunduklarını Risâlet-meâb Efendimiz’in “Men erâde’d-dünyâ fe-aleyhi bi’l-ilm ve men erâde’l-âhira fe-aleyhi bi’l-ilm ve men erâdehümâ ma‘an fe-aleyhi bi’l-ilm” (من اراد الدنيا فعليه باالعلم ومن ارادالاخرة فعليه باالعلم و من اراد هما معاً فعليه باالعلم) [Kim dünyayı isterse ilimle meşgul olmalıdır, kim âhireti isterse yine ilimle meşgul olmalıdır ve kim hem dünyayı hem de âhireti isterse yine ilimle meşgul olmalıdır] emr-i nebevîleri sayesinde pek güzel idrak eylemişlerdir.
Hâce-i Kâinât Efendimiz “Men istevâ yevmâhu fe-huve mağbûn” (من استوى يوماه فهو مغبون) [İki günü bir olan zarardadır] kelâm-ı hikmet-ittisâmıyla insanların mütemadiyen kesb-i kemâle mecbur, günden güne tezyîd-i terakkîye müftakir bulunduklarını tefhim buyurmuşlardır.
İşte İslâmlar bu gibi evâmir-i kudsiyenin tesiriyledir ki bütün şuubât-ı ulûm ve fünûn ile iştigal etmiş, az bir zaman zarfında bütün âlem-i insâniyeti hayretler içinde bırakacak harikalar göstermiş, zerrât-ı kâinâtın bir kanun-ı tekâmüle tâbi olduğunu bütün hayât-ı uzviyenin ahkâm-ı umûmiye-i ıstıfâdan nasiptar bulunduğunu bütün akvâm ve ümemden daha güzel anlamışlardır.
(Mâba’di var)
Fâtih Dersiâmlarından
Erzurûmî Ömer Nasûhi
Hazırlayan: Seyfullah Gümrük
Editör: Ahmet Yasin Çomoğlu