Yazı Başlığı: Dîn-i İslâm’da Hedef-i Münâkâşa Olan Mesâil’den Tesettür-i Nisvân (Hudûd-i Şer’iyye, Rikk)
Müellif: Mustafa Sabri Efendi
Dergi: Beyanülhak, Cilt 5, Sayı 110
Tarih: 2 Mayıs 1327
Tesâdüf etsem eğer bergüzâr köhnede sana
O anda çıldırırım adetâ sevincimden
Fakat yüzünde peçen var mı yok mu… Vâ esefâ
O fırsatı içme zehirdi… Nihâyet sen
Geçip giderken önümden ve ben henüz nâ-şâd
Umar dü-çeşmim esen rüzgârdan imdâd
[Câmiu’l-Hurûf]
Dört beş sene mukaddem bir mecliste bulundum. Hazirûn meyânında Avrupa elsinesine ve adâb-ı muâşeretine hayli vâkıf bir zât da bulunuyor ve acizlerinin bu zât ile mülâkatım ilk defa olarak vâki oluyordu. Söz Japonlar’a intikâl etti bir vakitten beri işitile geldiği veçhile bu kavmin şâyân-ı ittihâz bir din taharri etmekte oldukları rivâyeti yine tekrar etti. O zât bu rivâyete biraz daha sıhhat ve ciddiyet rengi vererek:
“Bunun için Japonya’da bir meclis teşekkül etti ve hemen hemen Dîn-i İslâm’ı kabul ediyorlardı. Yalnız bir mesele mani oldu: [Tesettür-i nisvân] meselesi, bu, onlarca pek müşkil görünüyordu… Kadınlarını sonradan böyle bir mahbes-i takayyüde sokmak istemiyorlardı, aman ne iyi olurdu! Âlem-i İslâm kırk elli milyonluk bir millet-i müterakkiyeyi kazanmış olacaktı. Bizim Ulemâmıza merâm anlatılmaz ki… Bana sorulsa bu hususta kulaç kulaç müsaade eder ve hâsıl olacak günâhı boynuma alırım. Fakat adem-i tesettür bize, bizim mevresimize [bu kelimeyi kendisi tabiat lafzı ile tercüme edebildi] gelmez. Bu hal bizde de arzu edildi. Dûr-ü dirâz (uzun uzadıya) düşünüldü. Ben, kendim öne düşüp de siper… olamam lakin yapanları alkışlarım dedim. Bir aralık icrasına teşebbüs edenler ise sû-i istiʿmal ile, meclis-i işretle başladılar. Bi-ekallâne ve bi’t-tedrîc başlanmadığı için bi’t-tabʿ ileri gitmedi, bendeniz Anadolu’da, Arabistan’da çok gezdim. Kadınlarda tesettür görmedim. Hatta bir defa yolum bir Kürt çadırına uğradı, çadırın erkeği bulunmadığı halde bir kadın beni misafir etti. Benimle gayet serbestâne, bir erkek kadar görüştü. Hemen her şeyden hatta siyâsâttan bile bahsetti, kadının haline hayran oldum. Bizim kadınlar erkeklerle ihtilât etmemek yüzünden ne kadar görgüsüz kalıyorlar. Onlar için bir müsâhabeyi falso yapmadan, münâsebetsiz bir cümle sarf etmeden hitama erdirmek kabil olmuyor. Ve bu hâl kendileri için ne kadar mahcubiyeti mûcip oluyor? Efendim düşünülmelidir ki: İnsanların en birinci, en mühim mürebbileri kadınlar olacaktır. Vâlide kucağı ilk terbiye ocağıdır. İnsanın dînine, dünyâsına dair oradan aldığı fikri hiçbir şey, hiçbir tahsîl izâle edemez. Bir de eğer kadınlar açık gezseler refâkatlarinde erkekleri bulunmak lâzım gelerek çarşıda, pazarda tenezzüh mahallerinde şimdiki maruz oldukları taarrüzât-ı bî-edebîyâneden elbette musavven kalacaklardır. Bi’l-farz ben haremimle yahut hemşiremle, kerimemle beraber niçin gezmemeliyim? Bu refâkat niçin ayıp görülmelidir? Bu hâl, insanı fuhuştan menʿa da vesile olur. Mesela ben o vakit fena tanınmış bir kadın ile gezemem, efrâd-ı ailemden zannolunur diye korkarım” dedi.
Bu zâtın bir lisân-ı samîmîyetle takrir ettiği şu hasbihâli işte mümkün olduğu kadar tagayyür etmeyerek aynen yazmaya çalıştım. Ve esnâ-yı ifâdâtında taraf-ı âcizîden bazı mertebe-yi intikâdât vukû buldu ise de gerek zaman ve mekanın pek müsait olmaması ve gerek o zâtın sâmiasında bulunan bir hastalığın sanki kendisini söylemekle başkalarını da dinlemekle mükellef bulundurması hasebiyle müdâfaatım kâfi derecede olamamıştı. Şimdi müdâfaatımdaki o noksânı ikmâl etmek istiyorum. Zâten beş on seneden beri ahkâm-ı dîniyyemiz meyânında mâ fevka’t-tabîâ bir külfet addedilmekle başlandığı uzaktan yakından işitilmekte bulunan tesettür meselesi için birkaç kelime yazmak “Dîn-i İslâm’da Hedef-i Münâkâşa Olan Mesail” ünvanıyla yazmakta olduğum silsile-yi makâlâtın programı dahilindeydi.
Evvela şurasını arzedeyim ki: Dîn-i İslâm’ın bu gibi baz mesâilini dillerine dolayan muʿterizînin sözlerinde tertîb-i mantıkîyyeden eser görülmediği cihetle cevâbında insan müşkilâta uğruyor. Meselâ mübâhisim olan zât saded-i bahse nasıl olup da taalluk ettirdiğine taaccüb olunmak lazım gelen bir çok sözlerden başka müddasını bir türlü tahrîr ve tayîn edemiyordu. Halbuki kanûn-i münâzara, mübâhisîne her şeyden evvel mahall-i nizâʿın hakkıyla tahrîr ve tayinini emreder ve evvelâ her iki tarafın irâd edeceği kelimât neyi müsbit ve neyi nâkız olduğu anlaşılmayarak heder olur gider.
Şimdi bu zât ne demek istiyor ve neden şikâyet ediyordu? [Tesettür] esâsen Dîn-i İslâm’ın ahkâmından olmayıp mahzâ ulemânın mevzuʿâtından (uydurmasından) yahut halkımızın itiyâdât-ı milliyyesinden olduğu hâlde dîne karıştırılmış demek mi istiyor? Yoksa ahkâm-ı İslâmiyye’den bulunan şu hâlin bî-manâ tahammülfersâ (dayanılmaz derecede anlamsız) olduğuna mı hükmediyor? Mübâhise bir gayr-i Müslim ile olsa şıkk-ı sânî üzerine binâen kelâm edilerek hiç olmazsa bu tereddüde mahal kalmazdı. Sonra tesettürün sûret-i meşrûʿasına mı muʿteriz bulunuyor, tarz-ı muʿtadına mı? Misâfir olduğu Kürt çadırında tesâdüf ederek mazhar-ı istihsânı olan kadının saçları dahi gayr-i mestur bulunduğu -istifsârım üzerine- tasrih etmişti ki ona nazaran burada da şıkk-ı evvel ile hükmetmek lazım gelecek ise de terbiye-yi dimâğiyyeleri bu yolda olan zevâtın sözlerini tenkîd ederken arada her lâzım geleni görmek, muâheze etmek derecelerinde fırsatcûyâne hareket edilmeyip biraz semîh-ü müsâadekâr tavır alınmalıdır. Yoksa hemen her iki kelime geçmeden yeni bir bâb-ı münâkaşa açılmak ve cereyân-ı bahs, müzʿic (baş ağrıtıcı), mütevâli sektelere (peşi sıra es vermelere) uğramak iktizâ eder. Meselâ âğûş-i mâderde (anne kucağında) alınan malûmât ve mutekidât hiçbir şey ile, hiçbir tahsîl ile değiştirilemez demiyor muydu? Şu halde kendi hikâyesi veçhile Japonlar akâid-i kadimelerini tebdil için beyhude uğraşıyorlar demektir.
Sadede gelelim: Münâzaramın kelâmından anladığım ihtimallerden olmak üzere biz evvelâ tesettür, dîn-i İslâm’ın ahkâmından olmayıp mahzâ ulemânın mevzûâtından yahut halkımızın itiyâdât-ı milliyyesinden olduğu hâlde dîne karıştırılmış olması ihtimâlini red-ü ibtâl edeceğiz. Ondan sonra da tesettürün esâsen akl-ü hikmete tevâfuk etmemesi ihtimâlini ikinci mebhaste muhâtablarımız, dîn-i İslâm’ın açıktan açığa muʿârızlarından ibâret olur ve birinci mebhaste muhâtaplarımızı, kavâid-i İslâmiyye’de pek acemi olan bir takım muevveller veya müçtehitler teşkil eder. Şimdiye kadar müslüman kadınlarını mükellef tutmak istediğimiz tarz-ı tesettüre muʿteriz gibi görünenlerden, yani Müslümanlıktaki setrin veçhe şümulü (yüzü kapsaması) yoktur demek isteyenlerden biri de muharre-yi şehîre Fatıma Aliye Hanım Efendi’dir. Fi’l-vâkîʿ nisvânın elleri ile yüzlerinin avret olmadığı ilmihâl kitaplarımızda yazılmak derecelerinde maruftur ki bu istisnâda (ولا يبدين زينتهن الا ما ظهر منها) (velâ yübdîne ziynetehünne illa ma zahara minhâ) )(zinetlerinden ancak açık olanları göstersinler, diğerlerini göstermesinler) nazm-ı celilinden müstefâd olmuştur.
Âyet-i Kerîme’de kadınlar ziynet-i zâhirelerinden maʿadasının ibrâzından menʿ ediliyor zînet-i zâhire ise kühl ile hinâ ile tefsîr olunmuş ve zikrü’l-hâl ve irâdetü’l-mahall[1] tarikiyle mahall-i zînet irâde buyurulmuştur. İşte kühl ile hinânın mahalli bulunan çeşm-ü dest-ü çeşm (el ayası ile göz) dolayısıyla veçhe setri lâzım gelen azâ meyânından istisnâ edilmiş oluyor. Ve bu istisnâ (المرأة من قرنها الي قدمها عورة مستورة)(el-mer’etü min karniha ile kademiha avretün mestûretün)(“kadının bedeni baştan aşağı örtülmesi lâzım gelen bir avret mahallidir”) kâide-yi kıyâsiyyesine karşı zaruret ve ihtiyaçtan münbais bir istihsân hâlindedir. Demek ki kadınlar tepeden tırnağa kadar avret olmak kâide-yi aslîyesinden bu Âyet-i Kerîme ile bir istisnaya da mazhar oluyorlar ki Fatma Aliye Hanım Efendinin nazariyâtındaki istinâdgâhı bundan ibâret olmak lazım gelir fakat beri tarafta fıkhî diğer bir esâs ve sarâhat mevcuttur ki onu da nazar-ı dikkatten dûr tutmamak iktizâ eder. Bunlar ise vücûh-i nisvâna nazar-ı şehvetle bakmak hakkındaki hürmet ile havf-ı fitne (fitne korkusu) esâslarıdır. Şehvet hususunda ihtimâl-i gâlip kâfi geldiği gibi fitne korkusundan da mefûnîyet havfı veyahut bildiğimiz fitne ve fesâd maksut olmak mümkündür. İşte bu nukât-ı nazara mebni nisânın yüzleri istihsânen avret olmadığı hâlde dahi setrolunur. Ve bu setr[2] (ومن نظر الي محاسن اجنبية عن شهوة صب في عينه الآئك يوم القيامة) ve (ولا تتبع النظرة النظرة فان الاولى لك والثانية عليك)[3] ve (النساء حبائل الشيطان بهن يصيد الرجال) ve (ما ايس الشيطان من بني آدم الا اتاهم من قبل النساء)[4] gibi ehâdîs-i şerîfeye binâ edilmiştir. Sonra (قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْۜ ذٰلِكَ اَزْكٰى لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ) Âyet-i Kerimeleri gerek erkekler ve gerek kadınlar için guzz-i başarı (gözleri aşağı çevirmek) âmirdir. Bunu müeyyit olmak üzere Ashâb’dan İbn-i Ümm-i Mektûm (Radıyallahu Teâlâ Anh) Hazretleri’nin huzûr-i sâʿadete gireceği haber verildiği bir sırada nezd-i Risâletpenâhi’de (Sallallahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem) bulunan Hazret-i Aişe ve Hafsa (Radıyallahu Teâlâ Anhümâ)’ya ihticâb ile emir buyurulmuş ve sahâbî-yi müşârun ileyhin aʿma olduğu ihtâr edilmesi üzerine “Siz de aʿma değilsiniz ya” cevâbı sâdır olmuştur. Hiss-i şehvetten tecrit-i nefse çalışmak lüzumu ile beraber velev şehvet korkusu bulunsa bile bakılmasını tecvîz eden ahvâl-i şehâdet ve icrâ-yı tabâbet ve hutbe yani taleb-i izdivaç zımnında görücülük gibi zaruret ve ihtiyâcâta münhasırdır.
Şimdi Fatma Aliye Hanım Efendi ile hemfikirlerine sorarım: Genç kadınların, yüzleri açık olduğu halde sokaklarda gezinmeleri takdîrinde erkeklerin bunlara karşı guzz-i basar (gözlerini aşağı indirmeleri) eylemelerini veyahut esnâ-yı nazarda hiss-i şehvetten âzâde kalmalarını temin edebilirler mi?
Mabaʿdi var.
Mustafa Sabri
[1] Biz metinde zikri geçen Ehâdîs-i Şerîfe’nin tamamının senet ve rivâyet kaynaklarını bu dipnotta vermiş olalım: من نظر إلى محاسن امرأة أجنبية عن شهوة صب في عينيه الآنك يوم القيامة
(Ve men nazara ilâ mehâsine imrâ’etin ecnebîyetin ‘an şehvetin subbe fi ayneyhi el-âneku[?] yevme’l-kıyâmeti)
“Her kim yabancı bir hânıma şehvetle bakarsa, kıyâmet günü gözlerine mil çekilecektir (kurşun dökülecektir)”
İbn-i Hacer-i Askallânî Aleyhi’r-Rahmet ve’l-Gufrân, ed-Dirâye fi Tahrîci Ehâdîsi’l-Hidâye 2/225, müşâbih ve garîp bir Hadîs denmiş aslı bulunamamıştır, ma’ruf olan şu Hadîs-i Şerîf’tir bu lafızlarla:
من استمع إلى حديث قوم ، وهم له كارهون ، صب في أذنه الآنك يوم القيامة
(Kim bir kavmin aralarında konuştuğuna, onların hoşlanmayacağı bir şekilde kulak kabartırsa, kıyâmet gününde kulaklarına kurşun dökülecektir) (Buhârî-yi Şerîf’te, Kitabu’t-Ta’bîr’de, Eyyûbu’s-Sahtiyânî’den o da İkrime’den o da İbn-i Abbas’dan Radıyallahu Teâlâ Anhum Ecmâîn)
[2] النساء حبائل الشيطان بهن يصيد الرجال
“En-nisâu habâilu’ş-şeytân bihinne yusîdu’r-ricâle”
“Kadınlar şeytânın, kendileriyle erkekleri avladığı birer tuzaklarıdır”.
Benzeri lafızdaki bir rivâyet hakkındaki malumât şöyledir:
Müsned-i Şihâb’da rivâyet edilmiştir, Aclûnî Keşfu’l-Hafâ’da zikretmiştir, Sehâvî Mekâsidü’l-Hasene’de rivâyet etmişlerdir ve fakat bu iki eser kendilerinde zayıf hadislerin de bulunduğu eserlerden olarak telakkî edilmiştir. Her ne kadar lafzı zayıf olsa da manâsı sahihtir.
Zîrâ ki İmam-ı Tirmizî Hazretlerİ’nin Sünen’inde Abdullah İbn-i Mes’ûd Radiyallahu Teâlâ Anh Hazretleri’nden Resûl-i Ekrem Sallallahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem Hazretleri’nden şöyle duyduğu rivâyet edilmiştir: “Kadın avrettir, dışarıya çıktığın da ona şeytân istişrâf eder (eşlik eder, göz kulak olur)” Mübârekfûrî bu rivâyet hakkında Tuhfetu’l-Ahvezî’de: “istişrâf etmek, erkeklerin gözlerinde onları süslemek demektir. İstişrâf’ın aslı gözü bakmak üzere kaldırmaktır ve el ile örtünün üstünden açılmasıdır”. Bu Hadîs-i Şerîf ise sahihtir.
[3] ولا تتبع النظرة النظرة فان الاولى لك والثانية عليك
“Ve-lâ tutbi’u’n-nazrate’n-nazrate fe-inne’l-ûlâ leke ve’s-sâniyetu aleyke”
Genelde tercih edilen lafız şu şekildedir:
“يا عليُّ ! لا تُتبعِ النَّظرةَ النَّظرَةَ، فإنَّ لَكَ الأولى ، ولَيسَتْ لَكَ الآخرَةُ”
“Ey Alî, bakışın üstüne bir bakış daha ilâve etme, zira birincisi lehinedir, ikincisi (aleyhinedir veya) ahiretinin lehine değildir”
Ebû Davûd Merhûm’un Süneni’nde 2149 numarada, Tirmizî Merhûm’un Süneni’nde 2777 numarada, İmam-ı Ahmed Hazretleri’nin Müsnedi’nde 22991 numarayla tahrîc edilmiştir. İki tarikle de sahihtir.
[4] ما أيس الشيطان من شيء إلا أتاه من قبل النساء
Veya:
ما يئس الشيطان من ابن آدم قط إلا أتاه من قبل النساء
“Mâ ye’isu’ş-Şeytânu min benî Âdeme kattu İllâ etâhu min kabli’n-nisâ”
“Şeytân Âdem oğluna bir dert verdiğinde bu ancak hanımlar tarafından olur”
Saîd İbn-i Müseyyeb Hazretleri’ne de izâfe edilmiştir. Metindeki haliyle “Benî Adem” lafzıyla değil de “ehadin” lafzıyla “min şey’in lafzıyla” daha çok tercih edilmiştir. Sâîd İbn-i Müseyyeb Hazretleri’nin râvî zincirinde olduğu haliyle de İbnu’l-Cevzî Zemmu’l-Hevâ’da (164) rivâyet etmiştir. Tabîin sözü olarak Zehebî Merhûm’un Siyer’inde mevcuttur.