Yazı Başlığı : Dîn-i İslâm’da Hedef-i Münâkaşa Olan Mesâilden : Suret – 2
Müellif: Mustafa Sabri Efendi
Dergi: Beyanülhak, Cilt 1 Sayı 22
Tarih: 16 Şubat 1324
Zî-rûha mahsus olan suver ve temâsili yapmak ve evlerde bulundurmak hakkında envâ’ı ve evzâ’ına göre şer’ân terettüp eden ahkâmı bundan evvel edille-i naklîyyesiyle beyân ve izâh etmiştik.
Bundan sonra ise dîn-i İslâm’da temâsile karşı bir nev’î mübâlât-ı taharrüzkârâne mevcut olduğu hâlde şu takayyüdün akl-ü hikmet nazarında takdîr olunabilecek bir lüzuma müstenit olmaması gibi bazı efkâr-ı muhdese üzerine idâre-i kelâm edeceğiz:
Temâsil hakkındaki takayyüdât-ı şer’iyyemizin bî-lüzûm olduğu re’yinde bulunanlar var demiş oluyoruz… Evet bu meselede mu’terizînin müdde’iyyâtı “faiz ve sigorta meselelerinde olduğu veçhile ihtiyâc-ı beşerî derecesine çıkamayıp “Bunun ne mahzuru olabilir? Ne zararı var?” şeklinde olmak lazım gelir. Yoksa suver ve temâsili ittihaz edenler kat’iyyen bunun için bir fâide-i sahîha beyan edemezler.
Meselâ ellilik bir adamın on yaşındayken alınmış olan bir fotoğrafını ara sıra mevzû’ bulunduğu mevk’î-i ihtimamdan çıkararak ziyâret etmesi çocukçasına bir hıffet, garip bir iştigal, yahut yirmi beş yaşındaki şahsını karşısına alarak beş dakika hayât-ı cevânîsi (delikanlılık zamanları) ile yaşaması iâde-i şebâb (gençliğin geri gelmesi) kadar bir hayal değil midir? Bu menâzır-ı mazîyyeden fâniliğini istidlâl etmesi ise bir kâmilik bir nâkıstan istirşâda kalkışması kadar bir tenezzüldür… Çünkü bir dîde-i itibârın her an in’itâfında fâniyet-i aleme dair müsâdif olacak delîle arz-ı ihtiyâc eylemesi cidden şayân-ı ta’accüb olur.
Sonra… Bir adamın ma ba’de’l-hayât ibkâ-i resm eylemesi elbette ibkâ-i ism etmek gibi mefahirden ma’dûd bir şey olamaz. Kezâlik bir insan için eslâfından birinin veya uzakta bulunan bir sevdiğinin fotoğrafını saklamakta sahiplerine ait hiçbir hürmet ve saklayan hakkında da tahassürden (özlem acısı) başka bir menfaat mutasavver değildir. Onun için “Ben ihtiramen falan zâtın fotoğrafını muhafaza ediyorum” denildiği zaman dikkat olunursa vazife-i ihtirâm fotoğrafın muhafazasıyla değil bu cümle-i kelâmiye ile ifâ edilmiş olur. “Ve’l-emvâtü ve ahyâ’dan her kim hakkında bir hiss-i hürmet-i müvâlât besleniyorsa o hissin hukûk-u vezâifine kavlen veya fiilen riayet olunmayarak sittîn sene bir fotoğraf karşısında perestiş edilse o fotoğrafın bundan bir şey anlamak ihtimâli yoktur.
Fotoğrafın fevâid-i mühimmesinden olmak üzere dermeyân edilebilecek bir suret daha var: Hükûmetlerin enzâr-ı taharrisinden (araştırma, soruşturma) ihtifâ eden bir takım canilerin derdest olunması hususunda ele geçen fotoğraflarından istifâde ediliyor. Evet. Lâkin bu fâide-i mezkûr fotoğrafların ele geçmesi gibi tesâdüfün lütfuna kalmış olan bir şeye mütevakkıf olduktan başka halka fotoğraflarını aldırmak tavsiyesi esnasında gösterilecek fâide fotoğraf sahiplerinin kendilerine ait olmak lazım geleceği için fotoğrafın fâidesi hakkında zikrolunan delîl ile müdde’a arasındaki irtibât-ı garâbet peydâ etmiş olur. Evet! Hükûmetler bazı erbâb-ı cerâimin sebîlini tahliye ederken ahvâl-i sabıkalarının tekerrürü ihtimaline mebni fotoğraflarını aldıktan sonra tahliye etmek lüzum ve zaruretini hissederlerse burası (الضرورات تبيح المحذورات) (ez-zarurâtu tubîhu’l-mahzûrât)(zâruretler haram olan şeyleri mübah kılar) hükmüne binâ edilebilir. Gelelim… İhtilaf için vesâik-i tarihiyye yerine geçmek üzere öteye beriye rekzolunan heykeller hiçbir vakitte muherrerât-ı tarîhiyyeden muğni olacak tefâsîli ihtiva edemez. Bu hususta ancak bir takım vekâ-yi kahramanlarının şahıslarını tanıtmak fâidesi kalır ki bu maksadın tahrîr-i eşkâl (biçimi, şekli yazıyla, sözle anlatmak) ile hâsıl olan miktarından ziyadesine hiç hacet olmadığı gibi bu usûl-i teşhîsin tahrîr-i eşkâl usulü kadar taammüme kabiliyeti de yoktur.
Mezkûr heykeller beyne’l-enâm hidemât bergüzîdesi sebkeden (insanlar arasında geçmiş hizmetleri sözedilen) zevât-ı mümtâzenin tezkîri nâmına vesile olacak surette haklarında ebedî birer nişâne-i ihtirâm olmak ve ihtilâf için de mücessem ve muhteşem bir takım numûne-i teşvik halinde bulunmak mülahazaları doğru değildir… Hatta dîn-i İslâm bunları tasvîr nokta-i nazarından başka faidesiz israf ve beyhude maraf olmaları cihetiyle de men’ eder. Çünkü heykellerin yerine o gibi zevât-ı âliyenin nâmına mensup bir takım hayrât-ü hasenât-ı câriye yapılsa bu yüzden dünyada ki insanlar müstefîd olacağı gibi sevabından da zevât-ı müşârun ileyhim istifade etmekle gerek tezkîr-i nâm ve gerek edâ-yı hak-ı ihtirâm maksatları daha ciddi, daha iktisâdi, bir surette hasıl olur. Sonra ölülerden dirilerden kimseye zerre kadar nef’î olmayan bu ruhsuz eşbâhın, bu cemâdât-ı mühmelenin uyûn-i im’âna (insaf sahibi gözlere) karşı hakîki bir mana-yı teşvik tezammün edemeyeceği şüphesizdir. Evet… İnsanların mizacında bu gibi şeylere daha ziyade kapılmak, meclûb olmak hâssası vardır. Ama yine bu kapılmak tabiri iğfâl olunmak, aldanmak manalarını gösterir ki dîn-i İslâm ise insanları sathî nazarlığa alıştırmamak ve iğfâl edilemez bir hale getirmek vazifesini deruhte etmiştir. “İnsanın ebnâ-yı cinsi arasında mertebesi o kadar yükseliyor ki öldükten sonra nâmına heykel dikiliyor… İşte bu büyük mükâfâta nail olmak için ben de çalışayım çabalayayım” denilecek… Denilecek ama bu mükâfattan ne çıkar? Kim istifade eder? Eğer maksat bekâ-yı nâm ise arzettiğimiz gibi bir takım suver-i nafi’a ile istihsâli daha münasip olmaz mı? Sonra İslâmiyette bekâ-yı nam meselesi de mekâsıd-ı sahîha ve meşruadan değildir. Âlem-i İslam’da (garazımız mesâi) denildiği zaman bu meyânda siyyet-ü şühret arzusundan teberri edilirler. Meselâ tahsîl-i nâm için cihâd eden mücâhide “fî sebilillah” vazife-i İslâmiyetini ifâ etmiş olmaz (denir)… Sadedimiz mütehammil olsaydı bütün bunların esbâb-ü nükâtını (incelik ve sebeplerini) de arzederdik.
Bir de bedihiyyât-ı müsellemeden olmak lazım geleceği üzere kulûb-ı ihtilâfda eâzım-i eslâfın mevkîleri heykellerinin azamet ve ihtişamı nisbetinde olmayıp hizmetlerinin, muvaffakiyetlerinin derecesine göredir… Meselâ Cenâb-ı Fârukun (Radıyallahu Teâlâ Anh) nâmına bir heykel rekzedilmemiş olması bugün cihân-ı medeniyyete karşı şân-ı icrâatına zerre kadar bir nakîsa îrâs edebilir mi? Sonra… Hissiyât-ı İslâmiye, daha yukarıya doğru bi’l-farz Fahr-i Âlem Sallalahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri için bir heykel bir suret ittihazını bir hürmet değil bilakis son derece hilâf-ı edep bir cür’et addeder. Netekim Cenâb-ı Îsâ Salavatullahi Ala Nebiyyina ve Aleyhi Hazretlerinin rastgelen der-ü divâra (tavana, duvara) nakşolunan resimlerinin evzâ’-ı mebzuliyetine karşı bizim aklımızca teessüf etmek kabil olmaz. Enbiyâ-yı zî-şân hazerâtının resimlerinden sonra nöbet, bütün eşkâl-ü süverden münezzeh ve müberrâ bulunan Vâcib Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine mi gelir? Ne hacet!? Hristiyanlık âleminde bu nöbet çoktan gelmişdir bile. Nizâ’ı-âlem ve Dîn müellifi muallim Draper Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan (الرحمن علي العرش استوي)(er-Rahmânu Ale’l-arşi’stevâ)(Rahmân arşa istiva etti, Taha Sûre-i Şerîfesi 5. Âyet-i Kerîme), (يد الله فوق ايديهم)(Yedullahi fevka eydihim)(Hazret-i Allah’ın eli onların elinin üzerindedir, Fetih Sûre-i Şerîfesi 10. Âyet-i Kerîme), (و يبقي وجه ربك)(Ve yebgâ Vechü Rabbike)(Bâkî olan Rabbi’nin veçhidir, Rahmân Sûre-i Şerîfesi 27. Âyet-i Kerîme) gibi bazı ayât-ı müteşâbihiyyeye mebni Müslümanlara Vâcib Teâlâ hakkında haşa bir fikr-i tecsîm isnat etmiştir. Halbuki acaba muallim mümâ ileyh (ima edilen) hiçbir yerde Müslümanlık nâmına, hatta ezmine-i ahîrede Avrupadan sirâyet eden ülfet-i tesâvir saikasıyla olsun haşa Cenâb-ı Hakka ait bir suret görmüşler veya işitmişler mi? Âyât-ı Celîle-i müşâr ileyhâya gelince onlardaki nükât-ı i’câzı henüz muallim cenâbları takdîr edemezler. Bu gibi âyât-ı şerîfe hakkında meânisine ıttıla’, beşerin idrâki fevkinde olmak[1] ve murâd-ı İlâhî her neden ibaret ise öylece aynen ve bilâ te’vîl itikat eylemek veyahut kavâid-i belâgât-ı Arabiyye ve akâid-i mukarrere-i İslâmiye dairesinde te’vîl olunmak gibi iki mezhep vardır. Sonra Vâcib Teâlâ hakkında bu gibi tabirât kendi Zât-ı Ulûhiyyeti tarafından varid olan kelimâta münhasır kalmak lazım gelerek bunlara kıyasen hiçbir kimse tarafından hiçbir te’vile itimaden emsâline cesâret olunamayacaktır.
Fotoğraf meselesinde benim kendime mahsus bir hissim de vardır. Bunda insanların izzet-i nefsine, vakârına münâfi bir hâl, gizli bir manâ-yı ibtizâl anlıyorum, meselâ, kendim fotorafımı aldırmak faraziyesine karşı tab’ımda bir hiss-i tehâşi (çekinme hissi) buluyorum, fotoğraf benim bir temâsilim olduğuna nazaran bunu, yar-ü ağyârın ellerine tevdî’ eylemekten tab’ım (huyum, tabiatım) beni ihtiraza sevkediyor; benim lâübali olamayacağım insanlarla temâsilimin laübali olmasına bir türlü gönlüm razı olmuyor; bi’l-farz fotoğrafımı, eline geçiren bir adam, beni sevmeyenlerden olduğu cihetle tahkir ederse diyorum… Ama bundan ne hâsıl olur? Fotoğrafın böyle şeylerden mütessir olması mutasavver değildir denilemez. Çünkü aksi surette fotoğraf hakkında edilecek tazîmin sahibine ait olduğu farz ediliyor ya! Daha doğrusu ben, temâsilimin rast gelen bir lübb-i ihtirâm ve meveddete temâs etmesi suretiyle dahi, bir takım, tayî edemeyeceğim insanlarla teklifsiz, lâübâli bir hâlde bulunmaktan tevahhüş ederim.
el-Hâsıl insânın zılli ancak kendisine tabi’ olmak lazım geleceğinden benim zillimin, temâsilimin kim bilir kimlerin temâyülâtına tabi’ olarak ne gibi muamelâta hedef olacağını tayîn edemeyeceğim bir hâlde bulunmasını tecviz edemiyorum. Ve benden infikâk ve intizâ’ eden temâsilimin hürriyeti meslûb olmasını benim hukûk-u hürriyetimin ihlâl edilmesine benzetiyorum. İşte bu hissiyât iledir ki muhterem bir adamın suretini yapmak muhill-i hürmet ve o zâtın kendiliğinden böyle bir şeye muvafakati bir eser-i hiffet oluyor. Meselâ bazı dükkanların camekânlarında bir çok eâzım-ü küberânın fotoğraflarını talîk edilmiş görüyorsunuz, işte bunlar para ile satın alınmış bir takım insan modelleridir ki kendi kendilerinin hukûk-ı hürriyetlerine maliklerinin, mutsarrıflarının koyduğu yerde, istediği vaziyette durmaya mahkum bulunurlar. Tıpkı tesir-i sekr ile veyahut bir hastalıkla farkında olmadığı bir yerde kalmış insanlar gibi ki hiçbir vakitte bu insanlar, kendilerine geldikten sonra geçirdikleri haletten sıkılacakları derecede şayân-ı nefret veyahut muhtaç-ı merhamet olmaktan hâli kalamazlar.
[Ma ba’di var]
Mustafa Sabri
Hazırlayan : Bayezid Mete
Editör : M.Salih Yıldız
Link : https://isamveri.org/pdfosm/D00524/1324_22/1324_22_SABRIM.pdf
[1] İlm-i usul-i fıkhın müşteâbih bahsında bu mansûsa dair tedkîkât-ı mükemmele vardır.