Yazı Başlığı : Din-i İslâm’da Hedef-i Münâkaşa Olan Mesâil’den Taaddüd-i Zevcât
Müellif: Mustafa Sabri Efendi
Dergi: Beyanülhak, Cilt 1 Sayı 11
Tarih: 1 Kanun-ı evvel 1324
Taaddüd-i zevcât, kitap ve sünnet, icma-i ümmet ile meşrû’dur. Ancak bu taaddüd-i meşrû’ dörde kadar olmakla mukayyet ve beyne’z-zevcât adl-ü müsâvâta riayetle meşruttur. “Matlubunuza muvafık olan kadınlardan ikişer, üçer dörder evlenin. Ve şayet lâzıma-i ma’delete riayet edebileceğinizi aklınız kesmezse bir tanesiyle iktifa edin”. Hülasâ-i meâlinde (فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَۚ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً) nazm-ı celili söylediğimiz hudût ve şürûtu hâvidir. Bir hadîs-i şerifte de; ( مَنْ كانتْ له امرأتان يميل مع إحداهما جاء يومَ القيامةِ وشِقُّه مائلٌ)[1] vârid olmuştur. “Bir adamın iki haremi olup de birine diğerinden ziyade meyl-ü muhabbet izhâr ederse yevm-i kıyâmette- el-cezâu min cinsi’l-amel (الجزاء من جنس العمل)(cezâ suçun kendi cinsinden verilir) fehvâsı üzere -vücûdunun bir tarafı mâil (eğik), çarpık olarak haşrolunur.” demektir.
Zamanımızda beyne’l-İslâm taaddüd-i zevcâtı bir musibet-i mezhebiyye gibi telakki eden bazı ukûl-i zaîfe ashâbı, kulaklarına uzaktan uzağa vasıl olan bu şart-ı adâleti arzularına muvafık bir sermâye-yi münâkaşa addederek kadınlar arasında -seyyânen-[2] tabir ettikleri veçhile- taksîm-i meveddet tevzî’-i adâlet kabil olamayacağından İslâm’da böyle bir emr-i muhâl üzerine tealluk olunan taadüdd-i zevcâtın da muhâl olması lâzım gelir ve bi’n-netîce din-i İslâm’da taaddüd-i zevcât yoktur, mevkufun aleyhine (bağlandığı şarta) teb’an yokluğa mahkumdur derler, veyahut demek isterler.
Taaddüd-i zevcâta kâil olmayan Avrupa medeniyeti nazarında güyâ din-i İslâmı tebri’e (temize çıkarma) nikâbı altında terviç edilmek istenilen bu fikrin biraz muhakemeyle ne kadar azîm bir gaflet eseri olduğu tebeyyün eder. Düşünülmez mi ki Kur’ân-ı Kerîm’de; “adâlete riayet şartıyla taht-ı nikahınızda ezvâc-ı adîde bulundurabilirsiniz.” buyurulduğu halde şart-ı mezkûr muhâlattan bir şey olursa bu beyân, Kur’ân’ın ve Sâhib-i Ecell-ü A’lasının şân-ı hakîmânesiyle nasıl mütenasip olur. Kendi kendini nakzeden, balığın kavağa çıkmasını andırır bir şeye talik olunan bu tebliğât ile teşrî’-i ahkâm kâbil midir?
Din-i İslâmı alemin gözüne hoş göstermek zeamıyla (iddiasıyla) Müslümanların kitabına manasızlık, mantıksızlık isnâdı kadar mantıksız, manâsız, kendi kendini nâkız bir şey olamaz. Ale’l-husus beyân-ı ilâhî bir şart ile bir meşrutu havi bir cümle şeklinde bile değil de ayrı ayrı iki cümle halindedir. Hatta bunlardan taaddüdü nâtık olan cümle mukaddem ve şart-ı adâlete bidâyeten makrûn olmayarak ıtlâkî bir tarzda ve bilakis vahdeti âmir olan cümle ise adâlete riayet edilememek şartıyla mukayyed ve ma fevka’t-tabîa bir halet şeklindedir. Taaddüd-i zevcât, adâletle meşrut iken doğrudan doğruya bu şarta makrûn olmamak ve vahdet suretinde hiçbir şart muntazır değil iken adem-i adâlete meşrut gösterilmek ve ancak bu vasıtayla taaddüde adâlet şart olduğu anlaşılmak gibi üslûb-i Kur’ân’ı mukteziyâtı bulunan nükât-ı bedî’iyyeye atf-ı nazar-ı dikkat edenler fikr-i sâbıkın butlanını pek güzel takdir ederler.
Ve beyne’z-zevcât icrâ-yı müsâvât kabil olup olmamak mes’elesi ulemâ-i İslâmın enzâr-ı muvazzafe-i tedkîkinden (vazifelendirildikleri incelemeler nazarından) hariç mi kalmıştır? Ki bunlar, kendi kendilerine belki yüzünden okuyamadıkları Kur’ândan istinbât-ı meâniye kalkışıyorlar. İşte Hakîm-i Mutlak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin elbette lağv[3] ve beyhude olmayarak beyan buyurduğu şartta, meşrutta mümkünattan olmak üzere matlûb olan adalet, muhabbet-i kalbiye gibi gayr-i ihtiyâri olan umûr-i bâtıniye hususunda değil de ikisine aynı derecede güler yüz göstermek, birine ne alırsa ötekine de almak, birinin nezdinde ne kadar kalırsa diğerinin yanında o kadar kalmak gibi muemelât-ı zahireye de müsâvâta riayetten ibaret olmak üzere tefsîr edilmiştir.
Bir Hadîs-i Şerîfte: (كان رسول الله يقسم و يقول هذا قسمي فيما املك و انت اعلم بما لا املك) varid olmuştur. Yani Fahr-i Alem Efendimiz Hazretleri ezvâcı arasında müsâvâta ve taksim-i adâlete riayet ederler ve: “Yâ Rabb işte benim kudretim yettiği kadar lâzıma-i müsâvâtı gözetmeye çalışıyorum, muhabbet-i kalbiye gibi kudretim haricinde bulunan hâlât ise sana malumdur” buyururlardı.[4] Ne hacet? Taaddüd-i zevcâtı şart-ı ma’delete makrûn olarak teşrî’ buyuran Zât-ı Ecell-ü A’lâ Hazretleri dahi (وَلَنْ تَسْتَطٖيعُٓوا اَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَٓاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَمٖيلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِؕ) (Nisâ/129) nazm-ı celili ile beyne’z-zevcât her hususta muâmele-i mütesâviye kabil olmayacağını ve külliyen birine meyledip diğerini dul gibi bırakmak derecelerindeki haksızlıklardan tevakki ile mümkün olduğu kadar adl-ü müsâvâta riayet edildikten sonra daha ilerisinde ezvâcın mazur addolunacaklarını beyân buyurmuştur.
Demek ki din-i İslâm’da taaddüd-i zevcât ile şart-ı adaleti âdeten müteârız ve mütesâkıt göstererek bu şart-ı adâlet sâyesinde, taaddüd-i zevcâtın ahkâm-ı Şer’iyyemiz meyânından kaydını terkine kıyam edenler ve Avrupa terbiyesini taklit eden bir şirzime-i kalîle-i nsivân (küçücük bir kadın topluluğu) tarafından, milyonları dolduran sâir nisvân-ı müslimînin vekâlet-i umûmiyelerini haizmişler gibi bir sıfat-ı fuzûliyâne ile ara sıra dermeyân edilen müddeiyâta, nisvânımızın hukûk-u Şer’iyyesi nazarıyla bakanlar, Allahın, Peygamberin, ulemâ-yı şer’in beyânât-ı sarîhasına karşı ne kadar gâfilâne ve câhilâne bir fikr-i hatırnâk beslemekte olduklarını idrak edemediler.
Taaddüd-i zevcât gibi sarâhat-ı Kur’âniye’ye müstenit bir hükm-i Şer’îye suret-i umûmiyede itiraz etmek veya böyle bir itiraza hak vermek Müslümanlık aleminde bulunmakla kâbil-i te’lif olamayıp Allaha ve Resûlüne itiraz kuvvetinde bulunur ve (اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْاَذَلّ۪ينَ) (Mücâdele / 20) nazm-ı celili îcâbınca bu mesellü hâlâta cür’et edenler şâyân-ı tezlîl olur. Bu gibiler, din-i İslâmın beyânât-ı vazıha ve mukarrerât-ı kat’iyyesine ve müntesibinin bütün ahkâm-ı Diniyelerinden hoşnutluklarına karşı birer müstebid birer mütecavizdirler. Evet iki evli olan zevcinin, kendi hakkındaki adaletsizliğinden şikayet eden bir kadının bu şikayete yerden göğe kadar hakkı vardır. Böyle bir hakkı herkesten evvel şeriat ve ulemâsı müdafaa eder, böyle bir zevci herkesten ziyade şeriat ve ulemâsı muaheze eder.[5] İşte bu kadının taaddüd-i zevcâta müteallik hukûk-i meşrû’ası böyle olabilir. Yoksa zevcinden müsâvî muamele gören yahut zevcinin yegâne zevcesi olan veyahut zâtü’z-zevc bile olmayan kadınlar, daha garibi olmak üzere kocaya varması ve kocasının üzerine olunması mutasavver olmayan erkekler taaddüd-i zevcât gibi bir hükm-i şer’îyi tenkide kat’an salâhiyetdâr değillerdir. Bu hak, yalnız taaddüd-i zevcâtta vazifesine riayet etmeyen zevcin zevce-i mağduresine ait bir hakk-ı şahsîdir. Bununla beraber hakk-ı mezkur bu zevç ve zevce hakkında bile asıl taaddüd-i zevcâta değil de vasfına, zevcin adaletsizliğine taalluk eder. Asıl taaddüd ise kat’an lisân-ı intikâd ve iştikâdan masûndur.
Şurasını söyleyelim ki taaddüd-i zevcâtta adalete riayet ciheti öyle zannolunduğu veçhile Din-i İslâm’da taaddüd-i zevcât meselesini ismi var cismi yok bir hale getirecek kadar değil ise de hayli güç bir iştir. Bunu itiraf ederiz. İşte bu hal taaddüd-i zevcâtın taraf-ı mahzurunu teşkil eylediği halde buna mukabil kesret-i tenâsül gibi bir takım menâfi’-i uzmâ(sı) vardır ki mahzûr-i mezkûrdan daha vâsi’ bir mikyâs ittirad ile taaddüd-i zevcât üzerine terettüp eder. Çünkü mesela taaddüd olunanlardan yüzde yetmişinin vazife-i adâlete riayet edemeyeceği pek de temin edilemediği halde seksenin ikinci hareminden zürriyet yetiştirebileceği hemen temin edilebilir. Demek ki taaddüd-i zevcâtta menfaat ihtimali mazarrat ihtimalinden daha galip, daha muttarittir.
Sonra zevcât-ı müteaddide sahibi bir erkeğin vazife-i ma’delete riayette biraz kusur etmesi üzerine kadının görmüş olacağı zulüm, tecavüz edilmiş olan hak, kocaları ekserî leyâlini Beyoğlu alemlerinde geçiren kadınların görmekte olduğu zulümlerden ve bu yolda pâmâl olunan haklardan büyük değildir. Erkekler tarafından kadınların hukukuna bu suretle vâki’ olan tecavüzleri, değil mücerret üzerlerine evlenmek, belki evlendikten sonra vazife-i adâlette biraz da kusur etmek suretiyle vâki’ olan tecâvüzâta nisbetle hafif addeden kadınlar başka manâ ila şâyân-ı merhamet bir halde bulunduklarını bilsinler! Bir evli olup, sefâhet vadilerinde gezen erkeklerin, iki evli olup da âdilâne hareket edemeyenlerden az olacağını iddia eden erkekler de kadınlarla beraber kendilerini aldatmasınlar. Seyyemâ bilâd-ı medenîyyede:
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ve derahşân!
Nisvân nazarında, erkeklerinin, bir daha evlenmeleriyle nisbeten Beyoğlu alemlerinde bulunmalarına karşı medâr-ı teselli olacak bir şey varsa erkeklerinin bu alemlere iştirakinden tamamıyla haberdâr olmamaları ve ekserisinin erkekleri hakkında o gibi ahvâle ihtimal vermemeleri sayesinde müsterihü’l-kalp kalmalarından ibaret olup halbuki erkeklerinin harekât-ı muhtemele-i sefîhânelerine karşı muhâfaza ettikleri hissiyât-ı müsâmahâkârâneyi ikinci teehhüleri hakkında dahi imsak etmeyerek onların bu haline karşı da aynı derecede lakayt bulunsalar nazar-ı endişelerinden ile’l-ebed bu ahvâlin mestur kalmasında da bir mâni’ yoktur. Bir kadın zevcinin uzakça bir mahalleden evlenmesi ihtimalini fikrinde o kadar büyültmezse o mahalleden, kendisine havâdis yetiştirmek vazife-i fahriyyesini de o kadar haheşle(…) deruhte edenler bulunmaz. Nasıl ki dün gece vakti falan apartmanda geçirdiğine dair malumat verenler bulunmuyor!
Evet, ikinci izdivâcın semerât-ı tenâsülü meydân aldıktan sonra artık meselenin gizli kalmakta devamı müşkil olacağı vârid-i hâtr olabilirse de sefâhet ile izdivâc arasında gösterilecek olan şu fark, sefâhetin asâr-ı muzırrasının meydâna çıkmamasına veyahut sefâhetin ikâmet-i tesirâtına mukabil izdivâcın asâr-ı nâfiasının sonunda gizli kalamamasından başka bir şey değildir. el-Hâsıl, kadınlar erkeklerinin gayr-i meşrû olan seyâhat-i leyliyelerinden haberdâr olmadıkları gibi isterlerse ikinci teehhülerine de muttali olmayabilirler. Zaten kadınlar, erkeklere karşı bu kadar bir fedakârlığa kat’iyyen medyûndurlar. Çünkü onların, erkeklere nisbetle azâde kaldıkları vezâiften birisi cihattır. Bu gün, en müterakki sayılan kadınlar bile mükellefiyet-i askeriye altına girmemişlerdir. Demek ki muhârebeler yalnız nüfus-i zükûr ile teğaddi (besleniyor, insan gücü temin ediliyor) ediyor, icâbı halinde bir memleket, erkeklerinin canlarından fidye-i necât veriyor. Bu büyük fedakârlığa mukâbil kadınlardan da, nüfus-i beşer üzerinde harbin açtığı şu ceriha-ı noksânı kapatacak olan bir vâsıta-i mühimmenin tatbikine karşı îkâ-i müşkîlat etmeyecek kadar bir fedâkarlık bekleniyor. Erkekler meydân-ı harpten dönmedikleri halde mea’t-teessüf kadınlar, harp karşılığı olan şu vazifelerini ihmâl ediyorlar, nefislerine karşı bu kadar bir mücâhede-i meşrûaya girişemiyorlar.
İlân-ı hürriyetten sonra sâha-i matbuatta yükselen en haksız avâze-i iştikâ olmak üzere müslüman kadınlarının müdâfa-i hukûku nâmına din-i İslâmın onlara ait ve vaz’ eylediği bazı ahkâmı ve bi’l-hâssa taaddüd-i zevcât hakkında revâ görülen ta’rîzâtı gösterebiliriz. Bu meselede erkekler taleb-i hukûk dâiyesinde bulunacakları yerde davâya kadınlar kıyam ediyor. Müdâfa-i hukûk mevkiini onlar gaspetmeye çalışıyor. Fakat insaf buyurulsun. Taaddüd-i zevcât hakk-ı meşrû’undan istifâde etmemiş bulunan erkeklerin adediyle kocası üstüne evlenmiş olan kadınların adedini mukayese edelim. Kadınlar ile bu yolda bir hesap görürsek acaba hangi taraf haklı çıkar?.. Kadınların, erkekler üzerinde devr-i istibdâttan kalma hakları varmış, şimdi hürriyetten bi’l-istifâde o hakları dava edeceklermiş! Fayda değil!
Sorsalar mağduriyetini gaddar kendini gösterir hakikatinin insanlar arasında tecellisi eksik değildir. Devr-i istibdâtta bilakis kadınlarda (ricâl) üzerinde bir müstebid, birer mütehakkimdiler. O devirde onlar da adeta birer dâhiliye nâzırı kesilmişlerdi. O devirde milletin urûk-i hayâtı (hayat damarları) massederek (emilerek) alınan paralar en ziyade onların nermîn parmakları arasından bilâd-ı ecnebîyeye doğru akar giderdi. Sade İstanbul tarafında yalnız Hacı Polo(…)[6] mağazasındaki dadüstâd (alışveriş) cereyânını gören bir çeşm-i ibret bir saat zarfında kim bilir kaç günlük ‘irk-i cebîn (alın teri) ile kazanılan yahut ne kadar cevher-i iffet satılarak ele geçirilen maden paraların hangi ellerle ve ne gibi bir harâret-i ihtirâsât ile eritildiğini, Anadolu’da yüzlerce insanı açık, çıplak bırakmak suretiyle toplanan mebâliğin, İstanbul’daki bu davacı hanımlardan -mübalağaya hamlolunmasın- birkaç tanesinin elbisesi üzerindeki dantel gibi kurdele gibi zevâid-i tezyînâtı mesârifine ancak kifâyet edebildiğini müşahede ederdi.
Devr-i istibdâtta pek çok adamların, ellerine geçirebildikleri paralara cihet-i istihkâklarını insanca, Müslümanca tetkike lüzum hissedememeleri hususunda kendileri için başlıca medâr-ı ma’zeret ve belki bahane-i mecburiyet olmak üzere:
Bir nefsime kalsam Şâh-u Sultâna kul olmam
Mugalata-i kâzibesi altında kadınların, bir marz-ı müstevellî (bulaşıcı hastalık) halinde evden eve, komşudan komşuya sirâyet eden bu gibi isrâfâtından göz açamamalarını göstermek mümkün olabildiğine nazaran devr-i sâbık-ı istibdâtın devam edeildiği kadar etmesinde ricâl-ü me’murîn-i devletle beraber nisvân-ı müteallikası dahi cidden zî medhal ve belki bu itibarla müstebid ale’l-müstebid ıtlâkına ehil v e mahal addolunabilirler. Fi’l-hakîka devr-i sâbıkta nisvân, ilm-ü ma’rifetten mahrum bırakılmışlardı ve fakat devr-i mezk’ur ekâbiri (burası silinmiş) nüfuz ve tahakkümlerine hiç mani olmuyordu. Artık sadede rücu’ edelim:
Taaddüd-i zevcâtın kabulüyle insanlar, kendi ensâli (nesilleri) arasında ebedî bir hiss-i adâvet ilka etmiş olacakları tarzından ahyânen (nadiren) işitilen itiraza gelince bu fikir, tarz-ı muğfel icmâlinden çıkarak, taht-ı nikâhına ikinci bir zevce almış olan adam birinci zevcesinden kazandığı silsile-i tenâsülü teşkil eden efrâd arasına adâvet sokmuş olur şeklini almadıkça itiraz nâmını ihraz edemez. Çünkü efrâd-ı aile arasına adâvet sokmak efrâd-ı mevcûde-i aile arasındaki hüsn-i imtizâcı bozmak demektir. Halbuki ikinci izdivaçtan evvel mevcut bulunan efrâd-ı aile bundan sonra da müttefiktirler. Öyle ise bu muamele hakkında efrâd-ı aile beynine ilka-i adavetten ziyade evvelki efrâd-ı aileye bir şube-i diğer ilave etmek tabiri doğru olabilir ki bu şube-i cedîde ile evvelki şube-i nesliye beyninde hadis olacak mazarrat-ı ihtisâm ise menfaat-i inzimama nisbetle ehemmiyetten sakıttır. Çünkü bir adamın bir şube-i neslîyesi bulunmaktan ise iki şube-i neslîyesi bulunmak bi’t-tab’ müreccahtır.
Gelelim: Bir adamın ilk haremi bir çocuktan sonra irtihal eder ve kendisinin hal ve şânı teehhüle müsait bulunursa silsile-i ensâli arasına tefrika sokmuş olacak diye ikinci teehhülden, hatta hiçbir millette men’ edilebilir mi? Bu gibi mehâzîr-i vâhiyeye karşı medeniyyet-i İslâmiye’nin, ve belki bütün medeniyetlerin güveneceği şey vezâif-i ahlakiyedir. Bu türlü i’zâr-ı mevhûme ile tahdîd-i ensâle cevaz verilmek, bir kardeşe, ana baba bir ikinci kardeşin bile ilavesinden tevakkiyi mucîb olmak derecelerinde ifrâtât-ı bâtileye yol açar.
Taaddüd-i zevcâtın meşruiyet ve makuliyetine dair bundan fazla edille irâdını, Beyânu’l-Hakkın gelecek haftaki nüshasında yazmak istediğim bir manzumeye terk ederek yalnız bu mesele için kestirme bir tarîk-i felsefe olmak üzere şunu söyleyelim ki külliyetten pek farkı olmayan bir ekseriyle fahşâda erkekler tâlip ve kadınlar matlup sıfatını muhafaza etmekte olduklarına nazaran kadınlara nisbetle erkeklere bir fazla iştihânın vücudu müsellem olmak lazım geldiği gibi taaddüd-i zevcâtın, erkeklerdeki bu fazla iştihâyı tadil edeceği düşünülür ve din-i İslâm’da fuhşun, cezâsı idam olmak derecelerinde bir cinâyet-i azîme olduğu da beraber nazar-ı itibara alınırsa taaddüd-i zevcâtın akl-ü hikmet ve kavâid-i mutahhara-i İslâmiyetle ne kadar mütevafık ve müterâfık olduğu sabit olur. Zaten yekdiğerine, büyük bir intizâm ve mükemmelliyetle murtebit bulunan ahkâm-ı İslâmiye’den hangisini olursa olsun yalnız başına, diğerlerinden gaflet ederek düşünmek caiz değildir.
Şurasını da söylemeden sözümüze hatime vermeyelim ki taaddüd-i zevcâtın, İslâm’da, ifası mutlaka lazım bir vazife-i diniye olduğunu iddia etmediğimiz ve şimdiye kadar buna riayet etmemiş bulunan erkeklerimizi vazifelerine davet etmek istediğimiz anlaşılmasın. Din-i İslâm’da taaddüd-i zevcât fi’len vâcib değil caizdir. İcrâ edilse de olur edilmese de olur. Hatta (من رق لامتي رق الله له)[7] hadîs-i şerifine mebni haremini gücendirmemek üzere bir tane ile iktifaya karar veren adamın me’cûr olacağını da fukâhamız yazıyor. Taaddüd-i zevcât, Din-i İslâm’da mütehattemü’l-icrâ (son bulmuş bir uygulama) bir vazife olmayıp şefkaten terki bile evlâ olan bir müsaade-i mahzadan ibaret bulunduğu halde buna itiraz edenlere karşı neden bu kadar münâkaşât-ı müahezekârânede bulunuyorsak? denilirse taaddüd fi’len caiz ve gayr-i vâcib olmakla beraber cevâzını kalben kabul ve tasdik etmek yine vâcibtir. İşte mutarizler bu ikinci vücûba karşı gelmiş oldukları cihetle onlar ile bizim aramızda ve hatta onlarla nüsûs-ı şer’iyye arasındaki mesâfe açık bulunuyor. Daha doğrusu biz taaddüd-i zevcâtı, müstenid bulunduğu edille-i şer’iye ve akliyesiyle terviç etmek istiyoruz. Faaliyâta gelince biz bunun (…) tarafını da kabul ederiz. Ancak şurasını katiyyen istemeyiz ki buna gayr-ı meşrû veyahut gayr-i makul nazarıyla bakılsın. Bunun hakikaten büyük bir felsefe-i şer’îye ve aklîye’ye müstenid olduğu anlaşılmalı, anlaşılmalı da akıl ve hikmete muvafık olmakla beraber mizâca muvafık gelmiyorsa terk edilivermeli. Fazla olarak şurası da anlaşılmalı ki bugün biz meşrutiyetin hâl-i ibtidâiyesinde bulunduğumuz cihetle bu nev’î idârenin, asırlarca her kademe-i tekâmülüne uğrayarak nihâyet şu hal-i i’tilâya vasıl olmuş bulunan bir Devletin, ilk kademede bu günkü hâl-i kemâlini taklidimiz kabil olmadığı ve adem-i taklîdimiz o Devletin hâl-i hâzırını beğenmediğimize delâlet etmediği gibi tatbikatına hal ve mevkiimiz müsait görmediğimiz bazı ahkâm-ı şer’iyye’de de kendi noksân kabiliyetimize kâni’ olmalıyız. Din-i İslâmın, ahkâmındaki hakâik-i âliye tamamen ve bi-hakkın anlaşılmak için insanlık daha pek çok teâliye muhtaçtır.
İşte (Din-i İslâm’da hedef-i münâkaşa olan mesâil) ünvanı altında yazmak istediğim makâlatta maksadım, matmah-ı nazarım bundan ibarettir. Bu düsturu, karîn-i kirâmın unutmamalarını recâ ederim.
Mustafa Sabrî
Hazırlayan : Bayezid Mete
Editör : M.Salih Yıldız
[1]مَنْ كانتْ له امرأتان فمال إلى إحداهما جاء يومَ القيامةِ وشِقُّه مائلٌ – eHazret-i Ebu Hureyre Radıyallahu Teâlâ Anh rivâyet ediyor. Yukarıda geçen haliyle lafız Ebû Dâvud’a ait (2133), Tirmizî (1141), Nesâî (3942), İbn-i Mâce (1969) ve İmam Ahmed (7936)’da rivayet edilmektedir. Kaynağı İbn-i Hacer Merhûm’un hocası İbnu’l-Mulakkin’in Tuhfetu’l-Muhtâcıdır (2/389). Hadîsin sahih mi hasen mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Mânâsı; “kimin iki hanımı olurda birine meyleder (diğerini ihmal ederse) kıyâmet günü vücudu eğri bir şekilde (mahşer meydanına) gelir.
[2] Ekser-i erbâb-ı tahrîrin (gazete ve basım yayın erbabının) ahirindeki nûna fetha ve tenvin vererek istimal ettikleri bununla müsavi manasına olan (سيّ)’nin tesniyesidir binaenaleyh gerek nûnunda fetha ve tenvin ve kerek ma fevka’l-isneyn istimali galattır.
[3] Kur’ân-ı Kerîm’de lağv ifâde bulunamayacağı konusunda müfessirlerin ve nahivcilerin icmâ’ı vardır. Netekim Zemahşerî, nahvin bir konusu olan zarf-ı lağv olarak isimlendirilen bir nahiv kuralını Kur’ân-ı Kerîm’de lağv bulunmayacağına binaen zarf-ı hâs olarak isimlendirilmesi kanaatine sahip olmuştur. (Bknz: İzharû’l-Esrâr li’l-Birgivî, Zarf-ı Müstegarr der kenâr).
[4] اللهم هذا قَسْمي فيما أملِكُ ، فلا تلُمْني فيما تملِكُ ولا أملِكُ – يعني القلبَ), Hazret-i Aişe Annemiz Radıyallahu Anha rivâyet ediyor. Bu lafızlarla Ebû Davud’a (2134) aittir, çok küçük lafız değişiklikleriyle beraber, Tirmizî (1140), Nesâî (3943), İbn-i Mâce (1971) ve hocaları İmam Ahmed (25154) rivayet etmişlerdir. Mânâsı: Resul-ı Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz -hanımları arasındaki taksimi yaptıktan sonra şöyle buyurdular-, “Ey Allah’ım gücümün, kudretimin malik olduğu taksim budur, beni malik kılmadığın ve malik olmadığım ile -yani kalbimin meyli ile- levmettirme”. Sabri Efendi Merhum’un rivayet ettiğinde ise; “sen gücümün neye, ne kadar malik olduğunu daha iyi bilirsin”. Mâ elfâz-ı umûmdan olmakla böyle mana verilmiştir.
[5] Kütüb-i fıkhiyede iki hareminden birine gadreden zevç hakkında tazîr cezası vaz’ edilerek kadınların taaddüd-i zevcât mes’elesinde hukûku taht-ı te’mîne alınmıştır. Şimdiye kadar bu hükmün kanûn-ı cezaya dercolunmaması şayân-ı te’ssüftür.
[6] Eminönü’nün eski bir kumaşçılar hanı.
[7] Kim Ümmetime yufka yüreklilik gösterirse, Hazret-i Allah da ona merhametlilik ve incelik gösterir manâsınadır. Hadîs-i Şerîf kitaplarında tespit edemedik fakat Haskefî Merhûm’un Dürru’l-Muhtâr’ında rivâyet edilmiş (3/53).