Müellif: Ahmet Hamdi Akseki
Dergi: Sebîlürreşâd
Tarih: 4 Şaban 1330
Heyet-i ictimâiyye-i beşeriyyeye muzırrât-ı azîmesi derkâr olan bu mâddiyyûn fikrinin zamânımız mütefelsiflerinin zuʿm-ı bâtılları gibi yeni bir şey olmadığına dâir geçen makâlemizde muhtasaran bazı îzâhât vermiştik; şimdi de bu ciheti daha etrâflı bir sûrette îzâh etmek isteriz. Bu husûsta istinâdgâhımız tevârîh-i sahîha ile Cemâleddin Afganî, Şeyh Muhammed Abduh, Gazzâlî, Fahrettin Râzî, İbn-i Sina ve sâir hükemâ ve felâsife-i hakîkiyye tarafından telîf olunan âsâr-ı fâzılânedir.
Tedkîkât-ı târîhiyye ispât ediyor ki Yunan hükemâsı kable’l-mîlâd üçüncü ve dördüncü asırlarda iki fırkaya ayrılmışlardı. Bunlardan birincisi -kâinâtı idâre etmek için- levâhık ve avârız-ı cismâniyyeden münezzeh, levâzımında mahsûsâta muhâlif, mâdde ve müddetten mücerred bir zâtın vücûduna kâil idi. Bu fırkaya göre mevcûdât-ı mâddiyye ve mücerredenin kâffesi bir mevcûd-ı mücerrede müntehâ ve o mevcûd-ı mücerred her cihetten vahdet ile muttasıf zâtî telîf ve terkipten müberrâ, zâtında terkip tasavvuru aklen muhâl; vücûdu hakîkatinin aynı, hakîkati de vücûdundan başka bir şey değildi. Binâenaleyh kâinâtın mübdiʿi, mûcid-i hakîkîsi, masdar-ı evveli bu idi. Bu fırka hükemâ-ı “müteellihîn” -ulûhiyeti kabûl eden hükemâ- diye şöhret bulmuştur.[1]
Bu fırkanın başlıca rüesâsı şunlar idi: Pisagor,[2] Sokrat,[3] Eflatun,[4] Aristo.[5]
İkinci fırkaya gelince: Bunlar, mâdde ve mâddiyyâttan mâ-ʿadâ ne varsa hepsini nefy ederek mevcûdâtın, havâss-ı hams ile görülen şeylere mahsûs olup bundan ileri geçmeyeceğine kâil oldular. Bundan dolayı bunlara “mâddiyyûn” nâmı verildi. Bunlar kâinâtta mâdde ve mâddiyyâttan başka bir şey olmadığına kâil olmaları ve binâenaleyh Sâniʿ Teâlâ’yı inkâr etmeleriyle beraber diğer bir cihet vardı, ki bunları hakîkaten düşündürüyordu, o da mâddelerin zâhir ve hâssalarındaki ihtilâf!
Şimdi de bu cihete atf-ı nazar ettiler; bu ihtilâfın menşeini aramaya başladılar; pek çok tefekkürden sonra bunların kudemâsı bu ihtilâfın menşeini tabîata nispet ettiler; binâenaleyh mâddenin zâhirinde, hâssasında rûnümâ olan bu kadar ihtilâfın menşei, tabîat olduğuna kâil oldular. Tabîatın ismi; Fransız lügatinde “natür”, İngiliz lügatinde “neyçır”dır. İşte bunun içindir ki bu fırka Arap nezdinde “tabîʿiyyûn” ve Fransızlar indinde “natüralizm” yahut “materyalizm” diye şöhret bulmuştur. Birincisi tabîʿiyyûn, ikincisi mâddiyyûn demektir.
Bu fırka mârru’z-zikr usûle itimâd ettikten sonra bu kadar kevâkibin, mevâlîd-i selâsenin –madeniyyât, hayvanât, nebâtât– ne sûretle vücûd bulduğunu tedkîk ve bu husûsta muhtelif fikirlere ayrıldılar.
Bunlardan bazıları dediler ki: “Bu fezâ-yı nâmütenâhîyi imlâ eden bu kadar ecrâm-ı ulviyye ve süfliyyenin müşâhede etmekte olduğumuz intizâm-ı bedîʿ üzere bulunması ancak bir ittifâk, bir tesâdüf netîcesidir. Bunların cümlesi tesâdüfî olarak vücûda gelivermiştir. Yoksa –mütedeyyinlerin dediği gibi– bir vâcibu-l-vücûdun eser-i kudreti değildir. Binâenaleyh nizâm ve intizâm üzere müşâhede etmekte olduğumuz kâinât için bir mûcid, bir mübdiʿ taharrî etmeye lüzûm yoktur.”
Bunların fikirlerindeki zafiyet, fehimlerindeki sehâfet, butlânı pek zâhir olan bu varta-i helâke yuvarladı. Zirâ bu fikre zâhib olmak için tercîh bilâ muraccihi tecvîz etmek lâzımdır. Hâlbuki tercîh bilâ muraccih muhâlâtı-ı evveliyyedendir.
Bu mezhebin reîsi Demokritos’dur.[6]
Diğer bir fırka da şöyle düşünüyordu: Ecrâm-ı semâviyye ve arziyyenin bu heyet üzere vücûdu ezelîdir. Silsile-i nebâtât ve hayvanât için bir ibtidâ olmadığı gibi bir nihâyet de mutasavver değildir, böyle gelmiş böyle devâm edip gidecektir. Çünkü bu fırka hikmetlerini yeni esâs üzerine binâ ediyorlar idi: Biri ademden hiçbir şey zuhûr etmeyeceği, diğeri de kâinâtın tanzîmi için bir illet-i nâzımenin lüzumu. Birinci esâsın netîcesi olarak diyorlar ki: Kâinâtı terkîp eden anâsır-ı mütenevvia ezelde mevcûd idi. İkinci esâsın netîcesi olarak da asl-ı kadîmin vücûdu anâsır-ı muhtelifeyi terkîp etmiştir diyorlar; ve bu sûretle “kümûn ve bürûz” usûlüne kâil oluyorlardı.
Bu usûle göre kâffe-i eşyâ asl-ı kadîmin ibdâʿ ettiği cism-i evvelde kâmin (gizli) idi. Bilâhare nevʿ ve sıfat ve miktar şekil itibârıyla cism-i evvelden bürûz (zuhûr) eyledi. Meselâ: Silsile-i nebâtâtı elimize alacak olursak görürüz ki bir tane tohumda bir başak, nebâtât mündemiç ve o nebâtâtın her birisinde yine gizli bir tohum onda da bir başak olup ilâ gayri’n-nihâye devâm edip gidiyor.
Bu usûl, nebâtât hakkında tatbîk olduğu gibi, silsile-i hayvanâta da tatbîk olunuyordu. Meselâ: Cerâsîm-i hayvâniyyeden her bir cürsûmede tâmmu’t-terkîp bir hayvân kâmin olduğu gibi onda da başka cürsûmeler ve yine bu cürsûmelerde hayvân-ı âhar vardı. İşte bu sûretle bir dâneden bir başağın, bir yumurtadan bir kuşun meydâna gelmesi; hâl-i kümûndan hâl-i bürûza, tabir-i âhar ile kuvveden fiile çıkması demek idi. Eşyânın bürûzdan kümûna çıkması da meʿâd idi. Binâenaleyh bu fırkanın zuʿm-ı bâtıllarına göre gerek nebâtât ve gerek hayvânât için ne bidâyet ve ne de nihâyet olmayıp ecrâm-ı semâviyye ve arziyyenin kâffesi ezelî ve ebedîdir, bir mûcid ve bir hâlık-ı zîşândan müstağnîdir. Vücûd-ı aslî hiçbir vakit tegayyür kabûl etmez. Zâhirdeki tahavvül ve tegayyür o vücûd-ı gayr-ı mütegayyir-i aslînin terkîp ve tefrîkinden ibârettir; zîrâ: Bir cisim, anâsırında bulunmayan bir sıfatı baʿde’t-terkîp hâiz olabilir. Şeker, su ile fahmdan hâsıl olmuştur. Hâlbuki halâveti ne suda bulunur ne de fahmda. Bunlara tabîʿiyyûn-ı cedîde nâmı verilmiştir. Empedokles,[7] Anaksagoras,[8]Demokritos, Losip tabîʿiyyûn-ı cedîdedendir. Tabîʿiyyûn-ı cedîde nâmını alan bu fırkanın bu kavillerinin bedîhiyyu’l-butlân olmasında hiç şüphe yoktur. Çünkü böyle bir fikre zâhib olmak, miktar-ı mütenâhî içinde mekâdîr-i gayr-ı mütenâhiyyenin bulunmasını tecvîz etmek demektir, hâlbuki mütenâhînin gayr-ı mütenâhîye zarf olması aklen, mantıken muhâldir.
Hazırlayan: Beytullah Çelik
Editör: Furkan Yalçınkaya
Link:http://isamveri.org/pdfosm/D00125/1328_1-8/1328_1-8_20-202/1328_1-8_20-202_HAMDIAA.pdf
[1]Bir dîne mensûp olmadığı, enbiyâyı tasdîk etmediği hâlde zât-ı Bârî’nin vücûduna kâil olan hükemâya ilâhiyyûn nâmı verilir.
[2] Pisagor, mîlattan 582 sene mukaddem Sisam şehrinde doğmuştur. Seksen veyahut doksan yaşında vefat etmiştir; Hz. Süleymân’dan ahz-ı hikmet eylediği ve birçok seyâhatler icrâsıyla Mısır’a kadar giderek kendisini Mısır mabetlerinden birine kabul ettirdiği menkuldür.
Tevhîd ile hikmeti cemʿ ettiği için esâtîn-i hikmettendir. Pisagor’a göre; asl-ı kadîm vâhiddir; âlem, anâsır-ı erbaʿa –nâr, hava, mâ, türâb- dan terekküp etmiştir; anasır-ı erbaʿa ecsâmdan, ecsâm sudûhtan; sudûh, hudûddan; hudûd, noktadan; nokta, aʿdâddan; o da asl-ı kadîm olan vâhidden hurûc etmiştir. Binâenaleyh mebde-i mevcûdât adettir. Âlem dâimâ hâl-i tegayyürdedir; fakat zerrât-ı avâlimden hiçbir şey münʿadim olmaz; bizim mahvolup gidiyor zannettiğimiz şeyler hakîkatte yine bâkîdir; muktezâ-yı tegayyür bir taraftan gâip olup diğer tarafa gidiyor. Âlem için rûh ve idrâk vardır; bu dolab-ı azîmin rûhu da esîrdir. İnsân ve sâir hayvanâtın ervâh-ı cüzʾiyyesi de esîrdendir. Ervâh fânî olmaz, cisimden hurûc ettiği gibi havada seyâhat eder. Bir cisme tesâdüf edince derhâl o cisme dâhil olur; bir insânın rûhu bir himâra, bir himârın rûhu da insâna girerdi. Binâenaleyh Pisagor tenâsüh-i ervâha kâil idi.
[3]Sokrat, mîlâdın 399 mukaddeminde gelmiştir, tamâm-ı ömrü yetmiştir. Esâtîn-i hikmetin büyüklerindendir. Sokrat’ın gelmesiyle âlem-i hikmette bir inkılâp vücûda gelmiştir. Çünkü Sokrat mezheb-i şekki iptâl ederek yerine mezheb-i istidlâli ikâme etmiştir; tevhîd-i bârîye, rûhun ebediyetine kâil edi. Sâniʿ’i hem illet-i gâiyye hem de illet-i ibtidâiyye ile ispât ederdi. Sokrat’ın nazariyesine göre; kavânîn-i beşeriyyeye muhâlefet edenler –muhâlefetleri meydana çıkmadıkça– cezâdan kurtuluyorlarsa da; kânun-ı ilâhîye muhâlefette bulunanlar cezâ-yı sezâlarını mutlakâ görürler. Meselâ tembel olan mutlakâ fakîr olur…
[4]347 mukaddem-i mîlâttır. Seksen bir yaşında olduğu hâlde vefât etmiştir. Vefret-i ilmi, şöhret mezhebinden dolayı Eflatun-ı ilâhî diye telakkub etmiştir. Esâtîn-i hikmettendir. Tevhîd-i bârî, tenâsüh-i ervâh, ezeliyyet-i mâdde, meʿâd-ı rûhanîye, nüfûs-ı beşerin kable halki’l-ebdân vücûduna kâil idi. Misl nazariyesini vazeden Eflatundur.
Eflatun tabîʿiyyât ve mahsûsatta Heraklit’e, mâ baʿde’t-tabîʿiyye ve akliyâtta Pisagor’a, kavânîn ve âdâbta Sokrat’a tâbi idi. Eflatun üç usûle kâil idi: “İlâh, mâdde, idrâk. İlâh aklu’l-ukûle müşâbih. Mâdde, tevellüd ve fesâdda olduğu için sebeb-i evvele müşâbih. İdrâk de zât-ı ilâh ile kâim cevher-i rûhânîdir.” derdi. Eflatun, her ne kadar kâinâtın eser-i ilâh olarak mahlûk olduğuna kâil oluyorsa da; adem-i mahzdan mahlûk olmasına kâil değildi. Bu bâbta fikri şöyle idi: Mâdde kadîmdir, ezelîdir. Halk, o mâdde-i ezelîden şu âlemi tanzîm ve eşkâl-i mütenevvia ile teşkîl eylemiştir. Allâh mâddeyi hayyiz-i ʿamâdan hayyiz-i zuhûra ihrâc, ve bazısını bazısından temyîz eyledi, netîcede bu âlem vücûda geldi.
[5]Aristo, 322 mukaddem-i mîlâttır. Ömrü altmış üçtür. Esâtîn-i hikmetin sonu ve Eflatun’un tilmîzidir. Maʿkûlât-ı aşereyi tertîp eden Aristo’dur. Aristo’ya göre: Mebde-i âlem vâhiddir, basîttir, li-zâtihi kâmildir. Başkasını mükemmildir, zâtını bilir, her şeyi de kendiliğinden bilir. Li-zâtihi mevcûttur, lâ yetegayyerdir, mâdde ve mâddiyyâttan münezzehtir. Harekât ve havâdisin envâʿı ezelî fakat zât-ı fâil itibârıyla zât-ı vâcibten müteahhirdir. Fiil-i ilâhî adem ile mesbûk değil, zât-ı fâil ile mesbûktur..! Ecsâm-ı tabîʿiyyenin usûlü; adem, mâdde, sûrettir. Ademi, silk-i usûle idhâli şu sûretle istidlâl ediyordu: Bir şeyin mâddesi elbette bir zamân sûretinden hâlî olur. Meselâ serîrin mâddesi evvelâ mevcûd olur, bilâhare serîr vücûda gelir, maʿa-hâzâ adem, ecsâm-ı tabîʿiyyenin terakkubu için değil, ihdâsı için asl-ı hâricîdir. “Mâdde kadîmdir, eşyânın terkîbi için mebdeʾ olduğu gibi, tağyîrâtın da müntehâsıdır, ilâ gayri’n-nihâye kısmeti kabûl eder, kâinât mâdde ile mümtelîdir, âlem lâ yezâldir. Tenâsül için bir mebdeʾ yoktur..!” derdi.
[6] Mîlâttan 390 mukaddemdir, yüz dokuz sene ömür sürdüğü söyleniyor, Demokritos şöyle düşünüyordu: Kâinâttaki her şeyin husûlü ittifâkîdir, zerrât-ı âlemin bi’t-tesâdüf yekdiğeriyle telâkî etmesinden neşet etmiştir.
Eşyânın aslı eczâ-i ferde-i sulbedir; kâffe-i avâlim –ecrâm-ı semâviyye ve arziyye– bu zerrâttan mürekkeptir. Bu zerrât, tabîatıyla müteharriktir, bunların bu hareketinden ecsâmda müşâhede olunan birtakım eşkâl ve heyet zâhir olmuştur, ademden hiçbir şey tekevvün etmediği gibi mevcûd olan bir şey de madûm olmaz. Kâinâtın aslı olan zerrâtın salâbeti her şeye mukâvemet edebildiği cihetle zerrât-ı mezkûreye fesâd ve tegayyür ârız olmaz. Bu zerrâttan avâlim-i mâ-lâ-nihâye tekevvün eder çünkü helâk olan avâlim madûm olmuyor belki onun âsârından başka bir âlem tekevvün ediyor.
Demokritos’un reyine göre nefs-i akıl olan rûh-ı insânî zerrâtın ictimâından mürekkep ve cismin cemîʿ eczâsında münteşirdir…!
Şu kadar verilen îzâhâtten anlaşılıyor ki cüz-i ferd usûlünü vazʿ eden Demokritos’tur. Şu hâlde yeni zannedilen meslek-i mâddiyyûn Demokritos mesleğinden başka bir şey değildir. Çünkü müteahhirîn-i tabîattan Lavoisier, Galilei, Buhner gibi hükemânın; “Kâinât mâdde ile kuvvetten ibarettir, ecza-ı ferde ezelîdir, ebedîdir, hiçbir mâddenin hiçbir zerresi gâib olmadığı gibi hiçten de vücûde gelmez.” tarzındaki kanûnlarıyla Demokritos’un mesleği beyninde fark yoktur.
[7]490 mukaddem-i mîlâttır, kavl-i meşhûra göre Pisagor’un telâmîzindendir. Alâ-kavl esâtîn-i hikmettendir. Lokman aleyhisselama müdâvemet ve ondan ahz-ı hikmet eylediği menkûldür. Tenâsüh-i ervâha kâildir. Câzibe, dâfia nâmlarıyla iki illet-i asliyye kabûl etmiş idi. Empedokles’in zuʿmuna göre asl-ı kadîm kâinât, anâsır-ı erbaa –türâb, mâ, hava, nâr– dır. Bu anâsır-ı erbaa ile bazıları arasında bazen telîf bazen tenâfür alâkası olduğundan dâimâ hâl-i inkılâp ve tegayyürde bulunması zarûrî idi, fakat ebediyyen fenâpezîr olmaz, kâinâtın bu hâl üzere tertîbi kadîm ve bâkî idi. Edyâna da umûr-ı dakîka-ı maneviyye nazarıyla bakardı.
[8]Anaksagoras, kable’l-mîlâd 500’dür. Esâtîn-i hikmettendir. Adem-i tenâhîye kâil ve bunu asl-ı evvel olmak üzere kabûl ederdi. Kâffe-i eşyânın lâ yetenâhîliğine, cevv-i hevâda ferâğ olmadığına, ecsâm-ı sâirenin ilâ gayri’n-nihâye kısmeti kabul edeceğine, hatta mâhir bir maksem ile o yolda âlet-i taksîm bulunacak olursa birisinin ayağı milyarlarca cüzʾe ayrılacağını söylerdi. Bu feylesof, cenâb-ı bârîyi akl-ı evvel olmak üzere kabûl ediyor ve muharriktir derdi. Buna göre ademden hiçbir şey zuhûr etmez, kâinâtı terkîb eden anâsır-ı muhtelife ezelde mevcûttur. Hayyiz-i vücûdda müteferrik olan mâddeye lâyık olduğu şekli ifâza ve iltiyâm ile mevâddı terkîb, onları suver-i muhtelifeye koyan akl-ı mütekaddimdir; daha doğrusu asl-ı kadîmdir. Kümûn bürûz usûlünü meydâna koyan da budur. Yine bunun zuʿmuna göre her cisim, eczâ-i sağîre-i mütecâniseden mürekkeptir, kamerin nefsinde muzlim olup ziyâyı başka taraftan aldığına, arzımız gibi orası da meskûn ve dağlar dereler olduğuna kâil idi. Gök gürültüsü ve şimşeğin; bulutların hîn-i mülâkatinde bazısı bazısına tesâdüm ve telâtum etmesinden, yıldırımın da sehâbın yalnız yekdîğerine temâsından ileri geldiğini söylüyordu. Daha hâdisât-ı tabîʿiyyenin pek çokları hakkındaki fikri zamânımız tabîʿiyyûnunun aynı idi.